|
Sanatımızın fay hatlarında kısa bir gezinti

Önceki yazımda Mertol Tulum’un büyük gayret ve zahmetle günümüzün diline aktardığı Surnâme-i Vehbî’nin, Ketebe Yayınları arasından çıkan üçüncü baskısı sayesinde “yeniden görülme alanına” girdiğini hatırlatarak, Tulum’un bu eserdeki değerli açıklamalarını da gözeten okumaların yapılması gerektiğini söylemiştim. Geldiğimiz bu noktanın ise, maalesef “Eyvah ki, eyvah” diyeceğimiz bir nokta olduğunu belirterek tamamlamıştım yazımı.

Bize “Eyvah ki, eyvah” dedirten nedenlerin sayısı hayli fazladır.

Şu iki neden ise bunların başında gelse gerektir:

Kültürümüzün Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet tanımlı olarak maruz kaldığı üç büyük depremin neden ve sonuçları; ferdî çatışmanın en insafız sahalarından biri olan sanattaki ideolojik gruplaşmaların, birçok sanatçının infazına meşruiyet sağlaması...

Bu iki hususun, –nerde ve ne şekilde ele alınırsa alınsın– klasik sanatlarımız adına bir yakınmaya, hayıflanmaya, ağlamaya, suçlu aramaya veya tersinden bir intikam destanına –inkılap övgüsüne– bitiştiği ise malumdur.

Mezkûr okumanın imkanlarını bunlara kapılmadan aramamız mümkün olmakla birlikte, bunun hiç de kolay olmayacağı bellidir, zira ilgili okuma çalışmalarının sekteye uğratılması, buna yeltenenlerin –mensuplarını ve çalışma tarzlarını sistemin belirlediği– ilgili kanonlar tarafından azarlanmaları, dışlanmaları hatta sükût suikastına uğratılmaları, sanatınkini de içine alan siyasi tarihe tabidir.

Burada Sezer Tansuğ adını, zaman itibariyle bize yakın örneklerinden biri olarak zikredebilirim. Kendisi de aynı ideolojik sisteme –Kemalizm’e– tabi olmakla birlikte, onun kelimeleriyle “Batı dünyası karşısında olumsuzlama alışkanlığı edinmiş bir ülkenin bireyleri olarak, Batı’yla hesaplaşan bir tavır ortaya” koyamayanların oluşturduğu kanon tarafından, akademik hayatının her safhasında cezalandırılmış olan Tansuğ’un gözle görülen en büyük suçu ise, “...Biz kendi gerçeklerimize uygun olarak kendi düşüncelerimizi, kendi yöntemlerimizi arayıp bulmak zorundayız. Sanatımıza uyguladığımız ilkeler de bizim olmalıdır” demesinden ibarettir.

Sezer Tansuğ adını örnek olarak biraz da şu nedenle öne alıyorum: Asıl konumuz olan Surnâme-i Vehbî esasında tematik planda yapılan akademik tezlerin ve aynı minvalde yazılan makalelerin sahipleri, neredeyse onun Şenlikname Düzeni adlı çalışmasına (1961) atıfta bulunmadan yeni bir cümle kuramazlar. Zira, onun “Surname-i Muradiye, Bizans Şenlik Katmanları ve Surname-i Vehbi Hakkında”ki genel bir incelemesiyle açılan Şenlikname Düzeni, minyatür okuması konusunda, yarım yüzyılı aşkın bir süre önce yayımlanmasına rağmen hâlen aşılabilmiş değildir.

Sezer Tansuğ, mücadele azmine bağlı inatkarlığı sebebiyle, malum kanonun zulmüne rağmen ayakta kalabilmiştir. Bir de, onunla aynı soy düşüncelere tabi olup da onun gibi dirençli olmayan yitik dehalarımız var. Onlardan biri, belki de en başta geleni Avni Lifij’dir.

Avni Lifij de “Ne vakit sanatımızı, kendi toprağımızdan, abidelerimizden, hayatımızdan, acılarımızdan alırsak, o vakit sanat yapmış oluruz, Türk sanatı budur.” dediği için Batıcı –ve dolayısıyla Kemalist– kanon tarafından unutulmaya mahkum edilmiştir. Gerçekte ise unutturulan klasik sanatlarımız ve öncelikli olarak minyatür sanatımızdır. Avni Lifij’in resimlerini minyatürle dirsek teması içinde gelişen bir resim olarak okumayı sürdürebilseydik, bugün Surnâme-i Vehbî için bir okuma ihtiyacından sanırım söz ediyor olmazdık.

Yine unutturulanlar kervanına katılmış bir ressam olan Fikret Muallâ’da söz konusu bağın, işlevini ve sürekliliğini Abidin Dino şu cümlelerle özetlemiştir:

“Fikret Muallâ’nın resimleri daima bir şeyler anlatır. Kulak kabartın, ressamın sesini duyacaksınız çok geçmeden. Ama resmin dili, kelimelerin dilinden bambaşka: Kelimelerin erişemediği noktada resim başlar. Tersi de doğru. Türk resminde anlatı geleneği süregelir, Mevlânâ sanki aldanmış; duymasını bilene konuşkandır resim, sorulara da cevap verir, verilen selâmı da alır...

Siyah Kalem’in, tabanı yarık, iri ayaklı akıncı dervişleri, bir anlatı. Homurdanıp durular, Horasan’dan haberler verirler, hû çekerler, küfrederler...

Nakkaş Osman’ın saray ve halk adamları, gümbür gümbür, bağıra çağıra meydanlardan geçerler. Evliya Çelebi’ye taş çıkartırlar gevezelikte...

Fikret Muallâ, çevresini yansıtmak kadar çevresine bir şeyler anlatmak, katmak istemiştir, çirkini çirkin, güzeli güzel görmüştür.”

Bu konu birkaç yazıyla bitirilecek gibi değil, çünkü o bizim büyük acılarımızdan biridir.

#Mertol Tulum
#Surnâme-i Vehbî
#Meşrutiyet
#Cumhuriyet
#Tanzimat
2 yıl önce
Sanatımızın fay hatlarında kısa bir gezinti
İnsaf!
Dağ yürekli adamların büyük seçimine doğru
Demografik dönüşüm
Seçim bitsin, önümüze bakalım!
Yerel seçime ramak kala: DEM, Yeniden Refah ve İYİ Parti