|
Din mühendisliğinden ulema misyonuna: ilahiyat fakültesi

Türkiye''de ilahiyat fakülteleri çok uzun bir geçmişe sahip değil. 1933 yılında Darülfünun bünyesinde var olan ve geçmişi de, farklı isim ve şekillerle de olsa, zaten en fazla 33 yıl olan İlahiyat Fakültesinin kapanmasıyla birlikte 1949 yılına kadar devam edecek olan bir kesinti de yaşanmıştır. Bu kesintinin sonuçları o kadar kötü olmuştur ki, hâlen etkisi devam ediyor dense abartılmış olmaz.

İlahiyat fakültesinin bu kesintisinin bedelini kuşkusuz ulemasından zaten yoksun kalmış Müslüman halk ödemiş, ama sadece onlar değil, aynı zamanda üniversite kurumunun tamamı da ödemek zorunda kalmıştır. Çünkü üniversite şeması veya hiyerarşisi içerisinde her zaman çok önemli ve vazgeçilmez bir yere sahip olan ilahiyatın eksikliği, başta felsefe ve beşeri bilimler olmak üzere bütün bilimlerin derinliksiz, süreksiz ve bağlantısız kalmasında önemli bir rol oynamıştır. İşin kötüsü üniversitelerin ilahiyatın yokluğundan veya hak ettiği yeri alamamasından dolayı bu eksikliği hiç de hissetmiyor olmalarıdır.

2009 yılı aslında hem Marmara Ü. İlahiyat Fakültesinin (Yüksek İslam Enstitüsü olarak) kuruluşunun 50. yıldönümü, hem de genel olarak İlahiyat fakültelerinin 16 yıllık bir aradan sonra tekrar açılmasının 60. Yıldönümü. Bu nedenle geçtiğimiz hafta hem Marmara İlahiyat Fakültesinde hem de İstanbul İlahiyat fakültesinde aynı günlerde ilahiyatların durumunu masaya yatıran sempozyumlar düzenlendi. Her ikisine de konuşmacı olarak davetli olduğum için ikisini de baştan sona izleyememiş oldum ama, katıldığım kadarıyla 1991 yılında ODTÜ''de başladığım yüksek lisans konusu olarak ilahiyat sosyolojisi alanına bir kez daha kaldığım yerden dönmüş oldum.

1933 yılında ilahiyat fakültelerinin üniversite reformunun bir adımı olarak kapatılmasına gerekçe olarak öğrencilerinin kalmamış olduğu ileri sürülmüştür. Oysa öğrencilerin ilahiyatlara rağbet etmemesi için önceden din adamlığı kurumunun alabildiğine itibarsızlaştırılması için her yola başvurulmuş, ilahiyat mezunlarının istihdam yolu tamamen kapatılmış ve ilahiyat öğrenciliğinin hiçbir cazibesi bırakılmamış. Açıkçası, bununla amaçlanan, dinin kurumsal veya örgütlü yapısının çözülmesi ve dini liderlik mekanizmasının tamamen iptal edilmesidir.

Buna mukabil 1949 yılında ilahiyatların, yanı sıra İmam-Hatip Okullarının yeniden açılması kararı, bu politikadan veya hedeften vazgeçmek zorunda kalmayı ifade ediyor ki, bu kararı bizzat CHP almıştır. Bu hedeften vazgeçiren bizzat demokratikleşme süreci oluyor. Demokrasi bu okulların açılmasının yaklaşan demokrat parti zaferini engelleyebileceği düşünülmüştür. Yine de bu okulların açılmasına CHP içinden şiddetle muhalefet edenler “ancak din bilimi şeklindeki bir ilahiyat fakültesine izin verileceğine dair” güvence verilerek ikna ediliyor. Burada İlahiyat mensubuna bir çeşit ilahiyat sosyologluğu rolü tanınıyordu. Yani, belli bir dine inanmak zorunda olmayan, insanların inançlarının tarihi, psikolojisi ve sosyolojisiyle belli bir nesnel mesafeden yaklaşan bir bilim adamı rolüydü bu. O yüzden ilk kuşak ilahiyatçılar İslam''a dışarıdan bakan oryantalistler gibidir.

İlahiyat aslında Cumhuriyet''in ilk yıllarından itibaren hep devletin türlü beklentilerinin çok yoğun olduğu bir alan olmuştur. Bilhassa ülkeyi geri bırakmaktan sorumlu tutulan İslam''ın modernlikle-uyumlu bir yorumunu yapma baskısı altında olmadık şeyler istenmiş, bir tür din mühendisi olarak görülmüştür ilahiyatçılar.

Bu baskı ve beklentilerin zaman zaman değişerek ve çeşitlenerek hâlen sürdüğü de söylenebilir. Ancak diyebiliriz ki, devlet elitlerinin bu beklentilerine karşılık, halkın beklentileri daha ağır basmış ve İlahiyatlar giderek halkın bu beklentilerine daha fazla karşılık vermeye yönelmişlerdir. Prof. Şinasi Gündüz bugün İlahiyatların dinin kendi iç beklentilerinin veya dindar halkın beklentilerinin ilahiyatın şekillenmesini daha fazla belirlediğini kaydetti. Prof. İsmail Kara''nın dediği gibi, halk ilahiyatçıda kendi ulemasının imajını görmek isterken onu bu misyona sosyal psikolojik açından hazırlamakta veya zorlamaktadır.

İlahiyat mühendisliği dinin gelişimini kendi dinamiklerine bırakmamayı, dini kullanılışlı bir araç olarak gördükçe toplumsal operasyonlar için bir malzeme olarak kullanmaya çalışmayı ifade etmiştir. Bu tür operasyonlar için öngörülen ilahiyat mühendisleri son zamanlarda medyanın da sunduğu imkânlar dolayısıyla bir de tele-ilahiyatçı olma boyutuna da sahipler. Ancak bütün Müslümanları etkilemeyi hedefleseler de bu tele-ilahiyatçılar en fazla kendilerine oluşturdukları küçük cemaatlerle baş başa kalmaktadırlar. Bu cemaatler postmodern durumun tabiatına da uygun bir çeşit olarak dinsel çoğulculuk kortejine katılarak sıradanlaşırlar. Din ise bu tür mühendislik çabalarını her seferinde boşa çıkararak kendi mecrasını kurar gider.

Her iki sempozyum İlahiyatın kendi üzerine düşünmesini ilerletmesi açısından çok hayırlı olmuştur. Emeklerinden dolayı Marmara İlahiyat Fakültesi dekanı Prof. Raşit Küçük ve sempozyumu organize eden Prof. İlhan Kutluer''i ve İstanbul ilahiyat F. Dekanı Prof. Şinasi Gündüz''ü ve arkadaşlarını tebrik ederim.

14 yıl önce
Din mühendisliğinden ulema misyonuna: ilahiyat fakültesi
Milletvekili adaylarının belirlenmesi
Mağarada
İman neresi, inkâr nereye düşer? Ya da özgürlük nedir, kölelik nasıl bir şeydir?
İt dalaşı
Âşık ve yalnızlık