|
Avrofobya

Bir puanın değerini iyi bilir öğrenci… Yeri geldiğinde bir puan dönem bitirir, sınıf geçirir, başarı belgesi kazandırır. Bazen de tam tersi… Ama en nihayetinde nedir ki bir puan? Bir puancık? Çok hayta değilsen, birkaç ufak, sempatik hareketle alabilirsin…



Yine böyle bir gün, sıra arkadaşım için durum çok kritik, o bir puan, sınıf geçmesini sağlayacak; “

Verir mi?

” diye sordu bana önce. “

Verir bence, nedir yani, en azından sor a'bi

” dedim. Tüm cesaretini ve sempatik mimikleri toparlayıp söz istedi:



-

Hocam, bazı arkadaşlarımızın sadece “bir” puana ihtiyacı var. Mesela benim ortalamam 44, bir puan verseniz geçeceğim. Birkaç kişi “Teşekkür” alacak. Verirsiniz di'mi Hocam? Bir puan?


Bu arada ders “Matematik”. Matematik ağırdır, kasvetlidir. Ortam da tam olarak öyle… Soruyla bu gerilim zirve yaptı ve ihtiyacı olan, olmayan herkes, tüm sınıf, gözlerini Hoca'ya çevirdi. Hoca da klasik, resmi ve o ciddi karakterinden ödün vermeyen tavrıyla yanıtladı:



-

Peki, sana bir soru soracağım.


* Burada bir ümit doğdu.


-

Sorun tabi Hocam.

-

0'la 1 arasında kaç sayı var?

Bizim oğlan biraz düşündü. Çok kısa. Sonra yüzü güldü, kocaman güldü. Anında cevapladı:



-

Sonsuz Hocam! Sonsuz sayı var!


O an bana, diğer arkadaşlarına da baktı. Teyit etmek istiyordu. Biz de ona “aferin” manasına gelen o hafif göz kırpışı ve tebessümü attıktan sonra iyice rahatladı… Kocaman gülüş artık dişlerle birleşti. Doğru cevaplamıştı. Hemen sordu:



-

Doğru di'mi Hocam? Bildim?

-

Doğru. Evet doğru cevapladın.

-

Aldım mı Hocam puanı?


* Sırıtıyor, sırıtmasına ama ah be a'bi! O kadar rahatlamayacaktın…



-

Kusura bakma oğlum. Bak, sen de biliyorsun; benden sonsuzu isteme…


Daha fazla dramatize etmeyelim... Zaten tahmin edersiniz; gerisi hüsran, gerisi trajedi… Dalgacı gülümsemeler ve büyük bir hayal kırıklığı… O yüz ifadesini hiç unutmayacağım. Haliyle bu anıyı da…



Şimdi bu anının başlıkla ne alakası var diye düşünebilirsiniz. Fakat çok alakalı…



O gün o ufacık bir puan, altı üstü bir puan, Hoca'nın onu tanımladığı kadardı. Ona yüklediği anlam kadardı.



Bugün hayat, matematik dersleri gibi keskin, net ve kompleks… Tıpkı ezelden beri olduğu gibi... Gitgide daha da karmaşık hale geliyor. Bugün biz de, bizi tanımladıkları kadarız. Bize çizdikleri sınırlar kadar. Değişen bu gerçeklik değil aslında... Değişen şeyler tanımlar, roller, kabuller ve saflar.



Belki ta o meşhur Rönesans'dan beri böyleyiz. Çünkü ondan önce biz tanımlıyorduk; dünya böyle bir yer değildi… Sonra el değiştirdi, zihin değiştirdi. Rönesans denen tarihin en karanlık, en acımasız ve vahşi dönemini bile fikirsel bir devrim süreci olarak tanımlayıp, bunu tüm insanlığa kabul ettirerek başladı devam eden tanımlama ve dizayn başarıları…



Kökü bu sürece dayanan zehirli “izm”lerin tamamı neredeyse bir buçuk asırdan beri dilimizde, fikir dünyamızda… Biz hâlâ dünyayı bu garip, eksik ve başından sonuna paradoksla dolu izmlerle okuyoruz, o izmlerin içinde yaşıyoruz. Sorun da işte tam olarak burada başlıyor. Sorun onların tanımlamaları değil, bizim o tanımları kabullerimiz ve okuyuşumuz…



Üstünden “bir buçuk” asır geçti, biz bir buçuk asırdır barbarız, teröristiz, bedeviyiz, ilkeliz. Bizi nasıl tanımladılar ve tanımlıyorlarsa tam olarak öyleyiz. Lakin artık olmamalıyız. Artık üzerimize adeta bir deli gömleği gibi geçirilen bu ucube izm esaretini parçalamalıyız. Parçalayıp özgürce kendi tanımlarımızı, kavramlarımızı üretmeliyiz. Bu vahşi fikir harekatına karşı sürekli defansta kalarak mücadele edemeyiz.



Bugün gitgide büyük bir felaketi doğurmaya gebe olan İslamofobi'den başlayabiliriz mesela? Topyekün mesnetsiz, tamamen gerçeklikten uzak bu tanıma karşı sürekli defans yapmak yerine neden biz de kendi tanımımızı yaparak reddedemiyoruz? Bugüne dek bu sanal kavrama karşı sayısız siyasi, sivil toplum organizasyonu/programıyla karşıt argüman geliştirmeye çalıştık, protesto ettik, kınadık. Sonuç ne? Sonuç ortada.



Sonuç; Paris'te, Brüksel'de kenetlenen dünya, Ankara, İstanbul, Şam, Gazze, Nairobi yahut herhangi bir mağdur coğrafya için bir türlü bir araya gelemiyor… Hatta bir AB vatandaşı son derece cesur ve dürüst bir biçimde dile getiriyor neden bir araya gelemediklerini, gelmediklerini, umursamadıklarını:



““

Paris benim için bir tren seferi mesafesinde. Hamur işinden daha iyi anlamaları hariç bizimle aynı sayılırlar. Orada ölen ben ya da ailem olabilirdi. Ankara ise orta doğuda. Ankara'da tanıdığım kimse olamaz. Zaten benim gibi değiller. Mesela Irak da öyle. Doğru ya da yanlış, bakış açısı budur.””


İşte tam olarak da bu yüzden PKK/PYD'ye bir türlü terör örgütü diyemiyorlar. Diyemeyecekler.



Tam olarak bu yüzden AB'nin tüm liderleri oradayken, başkentlerine PKK çadırı kurulmasına müsaade ediyorlar. Edecekler.



Çünkü terörist, onların terör tanımı içerisinde olanlar için kullandıkları bir sıfat. Ve aslında terörü yalnızca kendi topraklarında istemiyorlar, kendi yaşamlarına dokunduğunda sevmiyorlar. Başka şehirler ve hayatlar asla umurlarında değil… Olmayacak…



Hoca 0'la 1 arasındaki değeri nasıl tanımladıysa bizim mağlubiyetlerimizin tanımı da, işte bu bir buçuk asrı ve bugünü, bugüne ait gerçekleri nasıl tanımladığımız, tanımlayacağımızla ilişkili…



Ne zaman tüm bu saçmalığı reddedip yeni bir şeyler söyleyeceğiz, o zaman devran dönecek. Tıpkı Hz. Mevlana'nın söylediği gibi;



Dünle beraber gitti, cancağızım,


Ne kadar söz varsa düne ait.

Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.

Belki Avrofobya diyemeyiz biz… Onların yaptığı gibi böyle bir insanlık ayıbına asla imza atmayız. Lakin pek âlâ, sağlam bir İslamofobya diyalektiği yaparak gizlemeyi başardıkları gerçekleri, o bayıldıkları bilimsel/akademik terminolojiyle, tanımlarla yüzlerine vurabiliriz.



İşin matematiğini atlamadan, bize has o çok güzel fakat asla değer vermedikleri duygusallığı bastırarak…



Buraya yoğunlaşalım. Elimizde malzeme çok. Yeter ki damak tatlarına uygun olsun. Anladıkları dilden; yani izm jargonlu, Rönesans tadında, akademik… Biraz da onlar uğraşsın…



*


Yazıyı başlamadan önce Wikipedia'da önce Islamophobia'yı arattım. Sayfalarca tanım ve literatür çıktı. Sonra Europhobia yazdım. Sadece 2 satır.



*



Benim okul yıllarımda Hoca kelimesini sevmezdi birçok “Hocamız”. Kazık kadar adamlar; “örtmenim, öğrtmenim, ırtmenim falan derdik. Ne yazık ki hâlâ devam ediyormuş ve bu da zihinlerimizdeki travmatik tanımlarla ilgiliydi… Komikti ama acıydı bir yandan… Vesselâm…


#Islamophobia
#Europhobia
#Avrofobya
8 yıl önce
Avrofobya
‘Bakmak’ değil, ‘okumak’ gerekir…
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir