|
Konseptini sevince…

Bir reklam filmi düşünün…



Özenle bestelenmiş fon müziği eşliğinde, çığlık çığlığa bir ses. “Koş doğaya!!..” diye haykırıyor. Derken şatafatlı görseller başlıyor ve adamın biri dağa tırmanırken, diğeri yamaç paraşütü yapıyor, bir diğeri suları köpürte köpürte sörf yapıyor. Sonra sahne değişiyor, şık elbiseli adamlar, bol dekolteli hanımlar, havalı mekanlar. Bir mutluluk, bir eğlence, kocaman gülümsemeler. Herkes yeni yaptırılmış porselen dişlerle sırıtıyor ama ortada araba yok.



Araba reklamının son birkaç saniyesinde, “Yahu ben de buradayım” der gibi bir görünüp kayboluyor. Diş hastanesi ya da lüks tekstil satan mağazanın adresi yerine, arabayı satın alma dürtünüzü harekete geçirecek bir sloganla reklam sona eriyor.



Araba, cep telefonu, ayakkabı, yani tanıtımı yapılacak ürün, çok da önemli değil. Reklamda kullanılan öğeler, görseller de öyle. Cıngıl, dekor, manken değişiyor, ama reklamın yapısı ve amacı sabit kalıyor. Satılmak istenen ürün her nedense hep arka planda. Belki ucundan, ancak son karelerde…



Mutlaka dikkatinizi çekmiştir, üç yıldır neredeyse tüm reklam spotları böyle. Çok ilginç değil mi?



Ama ne hissedeceği, nasıl davranacağı ve karar mekanizmaları laboratuvar ortamında üretilen yeni insan modeli, algıdaki seçiciliğinin bu şekilde dayatılmasını istiyor artık.



Uzun lafın kısası; bu yeni insan modeli, ürünü veya hizmeti değil ona sunulan konsepti satın alıyor. Ve o ürünü değil, o ürünün hayalinde oluşturduğu konsepti seviyor yalnızca. Aslında ne satın aldığının hiçbir önemi yok. O ürün sayesinde, sahip olabileceğini düşündüğü hayali konsepte para yatırıyor!



Giydiği ayakkabı ya da içtiği kahve ne kadar maceracı olduğunu gösterecek! O kahveyi içtiğini, ya da o ayakkabıyı giydiğini görenle, “Vay be, ne kadar maceracı bir kişilik.” diyecek sanıyor. Günde 4 saatini toplu taşıma araçlarında harcasa bile asıl macera, o kahveyi içerken, izlediği reklamdaki gibi herkes ona bakacak sanıyor. Kahve sanal maceracılık, araba sanal başarı, elektronik eşyaları hatta cep telefonu, maharetinde bulunmayan yeni bir vizyon sağlayacak sanıyor.



Zira reklam sayesinde kurduğu hayallere, ulaşması kesinlikle imkânsız…



Olsun, yine de reklamın dürttüğü ürünü al! Altı üstü bir hafta sürecek yıllık izninin düşlerini kuran sivilceli ve asosyal metin yazarının hayalini gerçek sanıp, kaptır kendini. Üstelik o konsepte sahip olmak için emek de harcamayacaksın, ürünü alırsan, konsept yanında bedava. Hem de hiç vakit kaybetmeden!



Banka kredisi ile gırtlağından keserek aldığın o arabadan önce yaptığı en ekstrem spor, sokaktaki çamurlu suya basmamak için zıplamak olan adam, ülkedeki 3 dağın adını sayamazken, dağcılık hayalleri kurmaya başlıyor. Ve konseptiyle kandırılan arabayı alınca üstünden zıpladığı su birikintisi Gobi Çölü'nde vaha, perde asarken çıktığı merdiven Everest Tepesi oluyor. Ve bu sanal gerçek onu tatmin etmeye yetiyor. Peki, ya arabadan inince?



Akıl alır gibi değil…



En kötü uyuşturucudan daha beter…



Buraya kadar ticari yaklaştık. Peki ya işin diğer boyutu?



Bu, tam tabiri ile, “kakalanmış” sanal konsept aşkı, genetiği bozulmuş gıdalar gibi ruhumuzu, duygularımızı, ve davranış tarzımızı zehirledi.



Bir yeşil parka ve üç beş kelimelik jargonun ürettiği hızlı Cihangir devrimcileri, TV'de satılan Atatürk setiyle Kemalizm keyfi yaşayan beyazlar, gözü çekik diye Uygur Türk'ü döven zamane ülkücüleri hep bu kafanın ürünü…



İnançları, izmleri, mücadeleleri, kısacası her şeyi ancak sunulduğu konsept bize cazip gelirse kabullenir olduk.



Geçen hafta Mine Kırıkkanat, paylaştığı Che Guevara – Mustafa Kemal konseptli montaj fotoğrafın foyası meydana çıkınca: “

Silmem. Herkesin yalana montajlı olduğu bir dünyada, bu da benim küçük, tatlı yalanım. Yalanımı seviyorum

” diyerek bu aciz ruh halinin özetini net bir şekilde dışa vurdu…



İşin özünü değil, yalnızca konseptini sevince mânâ yok oldu, geriye büyük bir enkaz kaldı…



Farkında mısınız, duygularımız bizden önceki nesillerin sahip olduklarından çok farklı. Sevmek, özlemek, korkmak, utanmak, güvenmek hatta paylaşmak gibi kavramlar bilr konsepte bağlı olarak sürekli değişim gösteriyor. Vicdanımız bile bizden önceki nesillerinki gibi sızlamıyor. Ne onlar kadar cesur, ne de onlar kadar adiliz.



İslam'ın renklerini, sloganlarını ve söylemlerini seviyoruz. Ama alemlere kurtuluş olarak inen ruhun ardında yatan esas konsept gönlümüzden kaçıyor…



Belki de bu yüzden bir mekânın sadece alkol satmaması, bir kıyafetin kalıbı ya da bir sakalın biçimi onu 'İslami' yapmaya yetiyor. İslam'ın gerek yüzünü değil, kulaktan dolma konseptiyle yetinmeye başlıyoruz.



Birkaç tane protesto yürüyüşü, ya da gönderdiğimiz 5₺'lık yardım mesajı vicdanımızı rahatlatabiliyor…


Çünkü artık bize de, bunun doğru olduğu “KONSEPTLENİYOR” Hak baki olup da huzura çıktığımız zaman karşılaşacağımız “Konsept” bize bu şekilde unutturuluyor…



Yaradan nasıl seslenmişti Hz. Musa(as)'a? “Muhakkak ki Ben, Ben senin Rabbinim. Şimdi pabuçlarını çıkar. Şüphesiz sen, mukaddes vadi Tuva'dasın.”


Oysa Cenab-ı Hakkın mesajı sadece Hz. Musa(as)'a değil, tüm inananlaraydı…



Ayakkabıları ne zaman çıkarağız?


#konsept
#yavuz fettahoğlu
8 yıl önce
Konseptini sevince…
Efendimiz’in (sav) Zekatı-1
Milyonlar milyarlar havada uçuşuyor
Sandık başına giderken…
Operadaki Hayalet’in “kehaneti” gerçekleşirse…
Ayasofya’yı açan adama vefa zamanı