|
“İnsanlık namına, aşının fikri mülkiyet hakkı olmamalı, herkes üretebilmeli”

Covid-19 vakasının ilk görüldüğü Mart 2020’den bu yana 13 ay geçmiş bulunuyor. Bu süre içinde salgının farklı dalgaları, farklı etkilerine tanık olduk. Buna karşı toplumun tepkilerinin de bir o kadar farklılaştığı zengin bir tecrübe edinmiş bulunuyoruz.

Zaman geçtikçe ve vaka sayıları arttıkça sağlının hayatımızın bir rutini haline gelmesi ve ehemmiyetinin azalması durumuyla karşı karşıya kalıyoruz. 8 Nisan itibariyle açıklanan Covid-19 vaka sayıları ve günlük can kaybı düzeylerinde rekor sayılara ulaşılmış oldu. 55 bin 941 vaka sayısına mukabil, 258 can kaybının gerçekleştiği dün, sadece rakamların rekor sayısına ulaşmış olması dolayısıyla daha fazla dikkat çekti.

Buna mukabil, insanların salgına karşı davranışlarında böyle bir rekor sayıya ulaşılmış olması dolayısıyla daha büyük bir panik, daha fazla bir duyarlılık geliştiğini söylemek mümkün değil. İlk zamanlarda çok daha düşük vaka sayısı ve can kaybı sayısına karşı sergilenen büyük korku ve endişeye karşılık bugün bu rakamlar insanlarda ciddi bir endişeye bile yol açmıyor.

Aksine günlük yaşamda salgının bütün sonuçları toplum tarafından adeta satın alınmış durumda. İnsanlar ya “öleceksek ölelim” modundalar veya her gün yayınlanan ve lineer bir artış gösteren bulaş ve can kaybı vakalarına rağmen “bize bir şey olmaz” lakaytlığını daha fazla benimsemeye başlıyorlar.

Burada kuşkusuz salgının sonuçlarının vahametine karşı insan davranışının esneme ve uyum gösterme, alışma ve kanıksama ardından da tamamen duyarsızlaşma tutumunun çok önemli bir rolü var. Salgının etkinlik süreci uzadıkça insanların bu tutumları sergileme ihtimali de her zaman daha fazla artıyor. Ayrıca Türkiye’de sağlık sisteminin bütün artan sayılara rağmen kim ne derse desin vakalar karışışında felç olmamak, hatta olağanüstü kaliteli bir performans göstermek gibi bariz ve istisnai bir başarısı var.

Kuşkusuz vakaların artışında izlenen politikalar kadar halkın buna verdiği cevap da çok etkilidir. Türkiye’de tam bir kapanmanın izlendiği dönemlerde vaka sayısı belli bir sayıya kadar düşürüldü. Ama bu hem toplumun “tahammülü” açısından hem de “vakanın tabiatı” açısından daha fazla sürdürülemiyor.

Toplum daha fazla kapanmaya tahammül edemiyor çünkü böyle bir süre karşısında hiçbir ekonomi, hiçbir toplumsal hayatiyet sürdürülemiyor. Uygulanan kapanmalar, hükümetin verdiği telafi edici ekonomik desteklere rağmen esnafı giderek çok daha fazla zorluyor. Salgının tabiatı ise sadece Türkiye ile sınırlı olmaması ve bulaşıcılık riskinin hiç azalmıyor olması, daha uzunca bir süre hayatımıza ortak olmaya, hatta hayatımıza hükmetmeye aday olduğunu gösteriyor.

Buna rağmen sağlık bakanlığının bu konuda izlediği politikaların halen dünyada örnek politikalar olduğu, bütün dünyadaki politikaları ve verileri günübirlik izleyen Dünya Sağlık Örgütü tarafından da teyit ediliyor. En baştan itibaren Türkiye’nin sergilediği istisnai başarıya bile hiçbir zaman en ufak bir takdir cümlesi kurmamış olan muhalefetin bugün vaka sayılarının artışı üzerinden bu politikalara yönelttikleri eleştiriler sadece iflah olmaz insafsız fırsatçılıklarını yansıtıyor. Neticede hem bu sağlık politikalarından fena halde hepsi de eşit derecede faydalanıyorlar, hem de bu salgın karşısında önerilen politikaları uygulamaya, aslında onların dahi tahammülü kalmamış durumda. En büyük tedbir ihlallerini sergilemekten de geri durmuyorlar. Aynı kanıksama ve duyarsızlık herkeste gelişmiş durumda, çünkü bu salgın hepimizi en insani hallerimizle yakalıyor.

Elbette bunun hesabını, sosyal etki analizlerini yapıp uygulanabilecek kontrolleri ihmal etmemek gerekiyor. Ancak bu konuda Türkiye’nin her şeye rağmen istisnai başarılı politikalarını bütün

dünya takdir etmeye devam ediyor ve bunda kendi sağlık ordusunun bütün neferlerinin çok özverili çalışmalarının büyük payı var.

Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca, geçtiğimiz hafta DSÖ genel direktörünün davetlisi olarak DSÖ’nün medya brifingine katıldı. Kendisi bu çerçevede bu brifinge davet edilen tek sağlık bakanı. Bunda Türkiye’nin salgınla mücadelede ve sağlık politikalarında temayüz eden boyutu etkili. Ayrıca Türkiye, 2021 yılının tüm dünyada sağlık çalışanları yılı ilan edilmesi fikrini DSÖ’ye sunmuş ve kabulü için yoğun gayret sarf etmişti. Bu sayede 2021 yılı DSÖ tarafından sağlık çalışanları yılı ilan edildi.

Bakan Koca katıldığı medya brifinginde yapılan aşılamalarla ilgili detaylar verdi. Türkiye aşı üretmeyen ülkeler arasında hala vatandaşlarına en fazla aşı uygulayan ülkeler arasında birinci sırada. Eleştirenlerden bu rakama dair hiçbir zaman hiçbir şey duymuyoruz mesela.

Ayrıca Türkiye olarak yaklaşık 1 milyon 100 bin sağlık çalışanının aşılanmasını 45 gün gibi kısa bir süre içerisinde tamamlamış durumda.

Koca, önümüzdeki yaz dönemi itibariyle ilk aşının biteceğini ve DSÖ tarafından kaydı tutulan aşılar listesinde 18 aşımız olduğunu da anlattı.

Fahrettin Koca’nın vurguladığı çok önemli bir husus da sayın Cumhurbaşkanımızın da sıkça ifade ettiği aşının herkes için ulaşılır olması. Koca, Erdoğan’ın, dünya genelinde 100’e yakın ülkenin henüz aşıya ulaşamadığını, yerli aşının üretilmesinin ardından en uygun şartlarda tüm insanlığın kullanımına sunulacağını belirttiğini anımsatarak aşıların fikri mülkiyet hakları olmadan bütün dünyada her ülkede üretilebilirliğinin önünü açmanın gereğinden bahsetti.

Maalesef geliştirilen aşılara sadece ticari meta gözüyle bakılıyor ve gelişmiş ülkeler bu işi bir kazanç fırsatına çevirmiş durumdalar.

Oysa dünyanın her tarafında bitirilmediği sürece salgın her zaman herkes için tehdit olmaya devam edecektir. Bu salgının insanlığa bir dersi, bir hayırlı etkisi olacaksa, ki olmalı artık, bari bu olsun.

#Koronavirüs
#Fahrettin Koca
#Aşı
3 yıl önce
“İnsanlık namına, aşının fikri mülkiyet hakkı olmamalı, herkes üretebilmeli”
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?
Irak: Kurtların sessizliği…
Direniş meşrudur, tükür kardeşim
Columbia’da ‘Filistin’le Dayanışma Çadırları’