|
Devlet içinde cemaat olur mu? Ya da nasıl olmalı?

Osmanlı''yı Cumhuriyet''e bağlayan ideolojik sürekliliğin üç kurucu unsuru, ''azınlık politikaları'', ''milliyetçilik politikaları'' ve ''din politikaları''dır:

Azınlıkları ''dışarı itmek'', Müslümanları ''Türkleştirmek'', İslam''ı alan ve anlam itibariyle ''denetimde tutmak''...

Bunları dayatan işletmeciyi, merkeziyetçi-otoriter-militarist devlet yapısını da ilave ettiğiniz zaman, Türkiye''de değişim ve demokratikleşme mücadelesinin önemli bir kısmının bu dayatmalara, politikalara karşı verildiğini söylemek yanlış olmaz.

Bu mücadelelerde özellikle son yıllarda katedilen yol hafife alınamaz.

Süregiden ''cemaat-siyaset-devlet-iktidar tartışmaları''na bir de bu açıdan bakmakta fayda var. Zira bu tartışmanın varlığı bile Türkiye''nin bir sayfayı kapatıp bir başkasını açtığını göstermektedir.

Eski sayfadan başlayalım...

Cumhuriyetin din politikaları, din ve dindar ile siyaset ve kamusal alan ilişkilerini yasaklamak, inancı ve inançlıyı özel ve dinsel alana itmek, orada da resmi din tefsiri üzerinden ''merkezi'' denetimi elden bırakmamak üzerine kuruludur.

Kemalizm bu açıdan hem ''siyaset-din dışılık'', hem ''din-dindar'' özdeşliklerini içerir.

Yıllar boyu, sadece tek parti döneminde değil, onu izleyen çok partili zamanda da dini yapılar kadar, tek tek dindarların siyasetle ilişkisi temkinli bir çerçeve üzerine oturmuş, tehlikeye işaret etmiş, ancak perde arkasında, üstü örtülü bir şekilde sürebilmiştir. Kimi Nurcuların, Süleymancıların, İskenderpaşa cemaatinin, diğer Nakşi grupların, inancın siyasi partilerle ilişkisi bu çerçevede, ''değer'' değil, ''kişi'' bazında ve ''gizli bir varoluş'' şeklinde yürüyebilmiştir.

Milli Görüş geleneğinden partilerde olduğu gibi aksi hareket edenler sık sık kapatılmış, oyunun dışına itilmiştir.

İlk ciddi istisna 1980''lerin ANAP''ıdır, Özal dönemidir.

İkinci dönem Refah Partisi''nin iktidara geldiği 90''lı yıllardır. Bu ikinci dönemin nasıl sona erdiğini, dindar görünürlülüğünün devletten üniversitelere, hatta hatta ticari kuruluşlara kadar nasıl hedefe konduğunu, fişlemeleri, tasfiyeleri, dindar avını bilmeyen, 28 Şubat''ı bilmeyen yoktur.

Zaman ve değişim Özal döneminde Türkiye''nin tarihiyle barışmasını mümkün kılabilmiş, ancak ''dini değer ile sistemin barışması'' için Erdoğan dönemini, 2000''li yılları beklemek gerekmiştir.

Açıktır: ''Son 10 yılda din-dindar-siyaset ilişkileri kapalı toplum seviyesinden açık toplum düzeyine geçti.''

Sözünü ettiğimiz inanç özgürlüğünün önündeki kimi engellerin kaldırılmasından, dini kimliğe yönelik adımların atılmasından ibaret değildir. Aynı zamanda dindarların ve dini dokuların kamusal alan içindeki varlığı ve etkinliği açısından atlanan çıtadır. Dindarların ya da dini bir grup mensubiyetinin siyasi alanda, kamusal sahada, devlette varlığını, bu açıdan alanını hedef alan tartışma defteri kapanalı çok oldu.

Bu, bir tür laikliğin demokratikleşmesi, yerel değerler ile temasıdır.

Yeri gelmişken, hemen altını çizelim, süregiden cemaat-hükümet gerginliğindeki dindarı tasfiye iddiaları bu açıdan hiç bir anlam taşımıyor. Değil mi ki, daha dün üniversite kapılarında ikna odaları kuran ''hocalar'' bile dini cemaatlari farklı gerekçelerle bile olsa bir sivil toplum yapısı olarak değerlendirebiliyorlar.

Sadede gelelim...

Bugün bu açıdan ''din-siyaset ilişkileri''nin formu da, sorusu da değişmiştir.

Yeni açılan sayfa yeni sorular içermektedir.

Din ve dindarın kamusal sahada ya da devlet alanındaki varlığının tümüyle doğal ve meşru olduğu bu dönemde, ''mesele, dini grupların (eğer varsa) devlete değen politik varoluş ve büyüme stratejileriyle hukuk düzenin ve hukuk devleti arasındaki bağların nasıl kurulacağıdır.''

Bir başka deyişle sorun cemaat ve dini topluluklar açısından eylemde ''şeffaflık ve meşruiyet meselesi''dir.

Tekrarlamakta fayda var:

Soru dindarla, dindarın dünyası ve mensubiyetle ya da ait olduğu bir dini topluluğun varlığıyla ilgili değildir.

Soru bu topluluğun ''eylem'' biçimiyle, devlet içindeki konumu ile eylemlerine ilişkin meşruiyet sınırlarla ilgilidir.

Bugün Gülen cemaati meselesi etrafında yaşanan derindeki sorun budur.

Cemaat sivil bir yapı, dindar bir doku olduğu için eleştirilmiyor. Tersine kendi stratejisi çerçevesinde devlet içinde ayrı bir yol izlediği, emniyette, adliyede mensuplarına "emanet edilen" yetkiyi bu çerçevede kullandığı için sorun oluşturuyor. Kimi cemaat mensupları mensubiyetlerinden dolayı ''tasfiye'' edilmiyorlar, yetki gaspı ve otonom faaliyet eğiliminden dolayı, iş aktinin etik gereklerini yerine getirmediklerinden devre dışı kalıyorlar.

Bu durumda iktidar kavgası, güç merkezi oluşması, hukuk ihlalleleri yanında, bir mesele de, belki de (asıl mesele) ''cemaat-dini yapı-kamusal faaliyet ilişkileri''nin etik ve siyasi çerçevesinin tartışılmasıdır.

Bu durum, bugün, hala eski reflekslerle ele alınıyor da olsa, aslında yeni Türkiye''nin yeni bir tartışmasıdır.

Bu yeni sorun ve soruya Batı örneklerinin yanıt ve çözüm getireceğini sanmam.

Bu, bizim meselesimizdir. Deneyimlerimiz ve evrensel kazanımlar arasında bir kesişme, bir yol, bir hukuk dokusu, bir etik sınır bulmamız gereken meseledir...

Bu tür soruları sormak ve yanıt aramak sorumluluğu dindarlara, cemaatlere de düşüyor, seküler kanaat önderlerine de, elbet siyasetçilere de...

10 yıl önce
Devlet içinde cemaat olur mu? Ya da nasıl olmalı?
Medeniyet krizi: Önümüzü açacak Maarif Modeli ve Siyer-i Nebî Projesi
İstanbul’un geleceği Türkiye’nin geleceği demek
Bu en sinsi planı devreye sokacaklar aman dikkat
Öznenin dili, dilin öznesi
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…