|
İman ve küfür temelinde siyaset yapmak

İslam toplumlarının ana akımını oluşturan Ehl-i Sünnet teolojisinde siyaset, bir iman ve küfür meselesi değildir. Siyaset, bir içtihat alanıdır. Müslümanlar bu içtihat alanında yanılabilirler. Ancak bütün bunlar onların küfrüne delalet etmez. Yine Ehl-i Sünnet anlayışına göre iman ve küfür bir akaid (akide) meselesidir. İmana taalluk eden bir siyasal problem haline gelmesi, ancak Müslümanlar dışındaki toplulukların hakimiyeti ve emperyalizmi durumunda söz konusu olabilir.

İslami hareketlerin en büyük çıkmazlarından biri siyasal alanı iman ve küfür temelinde okumaya yönelmeleridir. Çünkü siyasetin varlığını iman ve küfür ayırımı çerçevesinde yorumlayarak büyük sorunlara yol açıyorlar. İslam siyasal teorisini iman ve küfür ayırımı bağlamında ele alarak çeşitli kargaşalıklara, kaoslara ve çatışmalara davetiye çıkarıyorlar. İslam toplumlarında siyasal arayışlar içinde olan, çeşitli faaliyetler örgütleyen ve bir takım eylemlerde bulunan İslami hareketler, siyasal teoriyi bu söz konusu iki kavram üzerinde tanımlamak suretiyle oldukça dar bir siyasal dünya anlayışına sıkışıp kalıyorlar. Birbirleriyle çatışmacı bir rekabete dahil oluyor. Yine karşılıklı olarak bir birlerini dışlayıcı, ötekileştirici ve reddedici tutumlar geliştiriyorlar. Bundan dolayı bütün toplumsal kesimlere hitap eden, kuşatıcı ve tarihsel mirasla bağdaşarak çağdaş döneme hitap eden bir siyasal tutum geliştirmekte zorlanıyorlar.

İman ve k-üfür ayırımını siyasal alan ile özdeşleştiren yaklaşımın başında haricilik gelmektedir. Haricilere göre hem Şia hem de Ehl-i sünnet İslam’dan uzaklaşmış yaklaşımlardır. Hakimiyeti Hz. Ali ya da Muaviye’ye hasretmek bunun somut ifadesidir. Oysa hakimiyet sadece Allah’ındır. Onun dışında bir arayış içinde olmak küfürdür. Bu yaklaşımlarıyla, siyasal ayrışmasını imanla temellendirir ve kendisi gibi siyasal pozisyon edinmeyenlere de küfür damgasını vurur. Böylece İslam’ın siyasal teorisini bir içtihat meselesi olmanın çok ötelerine taşıyarak bir iman ve küfür meselesi haline getirerek formüle ederler.

HARİCİLİK VE VEHHABİLİK

Haricilere benzer bir tutumu Vehhabiliğin ilk çıkış yıllarında görüyoruz. Muhammed B. Abdulvehhab’ın başlattığı hareket temelde siyasal bir teolojiyle bütünleşiyordu. Hatta çoğunlukla siyasaldı. Ona göre müşrikler, gayri Müslimler ve bir de Müslümanlar vardı. İbn-i Suud kabilesinin şemsiyesi altında toplanan ve Vehhabiliği benimseyen kabileler Müslümandı. Bunun dışında yer alan Şia ve Ehl-i sünnet ise müşrikti. Bundan dolayı onlarla savaşmak, mallarına ve canlarına el koymak helaldi. Bu yaklaşımlarıyla vehhabilik, siyasal düşünce ve eylemi bir iman ve küfür meselesi olarak ele alıyordu.

Çağdaş tarihi dönemde İslam toplumları çok dramatik siyasal kopuşlar ile yüz yüze kaldılar. Haricilik ve Vehhabilik hareketlerinin farklı izdüşümleri ile ortaya çıktılar bu dönemde. Özellikle siyaseti yine iman ve küfür meselesi olarak gören çeşitli yaklaşımları savunan birçok İslami hareketlerle karşılaşıyoruz. Bu hareketler kısmen Vehhabi ve harici siyasal teolojilerden etkilenmekle beraber önemli ölçüde Osmanlı sonrası siyasal coğrafyada oluşan devletlerin yapılarına karşı geliştirdikleri siyasal stratejilerle hareket ettiler. Çünkü bu devletler milliyetçilik, sosyalizm ve sekülarizm ideolojileri aracılığıyla kurguladıkları siyasetler büyük ölçüde dini varlığın siyasal boyutlarını dışlamakta, ötekileştirmekte ve temsiliyetine imkan vermemektedir.

Buna paralel bir biçimde İslam’dan ilham alarak var olmaya yönelen hareketler de siyasal katılım imkanını bulamamaktadır. Buna bağlı olarak özellikle soğuk savaşın ağır ideolojik tonlarıyla da bütünleşerek “Hakimiyet Allah’ındır” tezi etrafında bir siyasal teoloji yeniden seferber olmaya başlar. Müslüman toplumların mevcut siyasal iktidarları küfür ve iman meselesi temelinde yorumlanır. Burada siyaset, bir küfür ve iman sorunudur. Bu iki keskin hat etrafında tartışma konusu yapılır ve çeşitli meydan okumalar geliştirilmeye çalışılır. İhvan-ı Müslim’inde Seyyid Kutup ve Cemaati İslami de Mevdudi gibi şahsiyetlerin eserlerinde bu siyasal teori yoğun bir biçimde işlenir. İslam toplumlarında hâkimiyetini sürdüren siyasetler “küfür ve iman” ölçüsü ile değerlendirilir ve çoğunlukla Allah’ın hükmüyle hükmetmediklerine kanaat getirildiği için de küfürle yaftalanırlar. İslami hareketlerin bütün enerjisi küfürle tanımlanan bu düzenleri değiştirmek üzerine yoğunlaşır. Bu çerçevede fikri, entelektüel ve tebliğ çalışmaları yoğunluk kazanır.
İSLAMİ HAREKETLER VE SİYASAL ALAN

Küresel tarihi şartlarda bu İslami hareketlerin önemli değişmeler geçirdikleri, ancak farklı düzeylerde de olsa iman ve küfür ayırımına dayalı siyasal paradigmayla faaliyetlerini sürdürdüklerini görüyoruz. El-Kaide ve IŞİD’in siyasal anlayışı bütünüyle buna dayanmaktadır. Suriye’de IŞİD’in kurucusu olan Zerkavi’nin hocası ve El-Kaide’ye de önemli politik teoriler sunan Makdisi, bu teori etrafında epeyce mesai harcamaktadır. Makdisi, mevcut egemen siyasal yapıları Allah’ın hükümleriyle hükmetmedikleri için küfürle damgalar ve Müslümanları buna karşı mücadeleye davet eder. Neredeyse hayatının çoğunu hapiste geçiren Makdisi, bu tezini hala sürdürmeye devam etmektedir.

İslami hareketler siyasal alanı iman ve küfür ayrımı ile yorumlama yöntemini sadece seküler, milliyetçi ve şer’i şeriften kopan devletlere karşı geliştirmiyorlar. Aynı zamanda bunu birbirlerine karşı da yapıyorlar. Karşılıklı siyasal rekabetlerde bulunurken, birbirlerinin siyasal varlıklarını küfürle damgalayabiliyorlar. Siyasal açıdan iman karşısında yer alan tarihsel figürleri seferber ederek siyasal rakiplerini alt etmeye çalışıyorlar. Günümüzde Vehhabilik, El-Kaide ve İŞİD başta olmak üzere birçok hareketin bu siyasal tutum içinde olduğunu görmek mümkün.

İlginç olan, Türkiye’de de son zamanlar da bu siyasal rekabet diliyle karşılaşmaya başlamamız. “Münafık”, “Yezit”, “Yaşasın cehennem” gibi birçok ifadeler aracılığıyla rakip siyasi alan bir “küfür” cephesi olarak tanımlanmaktadır. Özellikle “Yaşasın cehennem” sloganının “Kâfirler için yaşasın cehennem” ayetinin yansıması olduğunu düşünürsek bu daha bariz bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Yine Kur’an’da adı geçen ve apaçık inkarlarıyla (küfürleriyle) peygamberlere ve Müslümanlara zulmeden siyasal otoriterler olarak sembolleşen Nemrut ve Firavun adlandırmaları yapılmaktadır.

EHL-İ SÜNNET TEOLOJİSİ

Bir Müslüman hareket kendisini Hz. İbrahim ve Hz. Muhammed safı, rakibini de Nemrut, Firavun ve Ebu Cehil safı olarak tanımlamaktadır. Bütün bu tavırlar, dini bir cemaatin kendisine siyasal rakip gördüğü (yine dindar bir hareketten gelen) taraflara yöneltmektedir. Gülen hareketi, Ak Parti için bu söylemler içine girmektedir. Siyasal rekabeti ve çatışmayı “iman ve küfür” meselesine dayanarak okumalara gitmektedir.

İslam toplumlarının ana akımını oluşturan Ehl-i Sünnet teolojisinde siyaset, bir iman ve küfür meselesi değildir. Siyaset, bir içtihat alanıdır. Müslümanlar bu içtihat alanında yanılabilirler. Ancak bütün bunlar onların küfrüne delalet etmez. Yine Ehl-i Sünnet anlayışına göre iman ve küfür bir akaid(akide) meselesidir. İmana taalluk eden bir siyasal problem haline gelmesi, ancak Müslümanlar dışındaki toplulukların hakimiyeti ve emperyalizmi durumunda söz konusu olabilir. Selefi alim ve mücahit İbn-i Teymiye’nin tavrı bu açıdan örnektir. İbn-i Teymiyye, İslam dışında yer alan Moğol siyasal hakimiyetine karşıdır. Siyaseti iman ve küfür meselesi yaptığı siyasal alan İslam’ı kabul etmeyen ve müşrik olan hükümdarlarca temsil edilendir. Müslüman olan hükümdarlar, sultanlar ve emirler Ehl-i Sünnet tarafından cahil, zalim vs söylemleriyle eleştirilir, kafir olarak değil.

İLLUSTRASYON: CEMİLE AĞAÇ YILDIRIM
#haricilik
#ehli sünnet
#müslüman
#iman
#siyaset
9 yıl önce
İman ve küfür temelinde siyaset yapmak
İkiyüzlü dünyanın 200 günü
Garson nereye baksın?
İnsafsız takas!
Erdoğan’ı/AK Parti’yi Kürtsüz bırakma operasyonu…
Riyakâr Bey ile ‘Yamyam’ Biraderler