Sıkışmışlık

04:0010/06/2024, Pazartesi
G: 10/06/2024, Pazartesi
Süleyman Seyfi Öğün

Siyâset ve ekonomi arasındaki ilişkiler hakîkaten düşündürücü. Marx’ın, siyâseti ekonominin karşısında önemsizleştiren basitlemesiyle bu karmaşık bağlar anlaşılamaz. Siyâset karşımıza iki sûretli olarak çıkıyor. İlki kurumsal ,yâni devlet; ikincisi ise ulusal ve toplumsal/sınıfsal boyutlar. Her ikisi de sermâyenin birikim sürecinde son derecede işlevsel bir rol oynuyor. Devlet akılcı ve ihâtalı bürokratik yapısıyla; ulus /toplum ise bir üretim ve tüketim sâhası olarak kapitalizmin birikimsel ihtiyaçlarıyla


Siyâset ve ekonomi
arasındaki ilişkiler hakîkaten düşündürücü. Marx’ın, siyâseti ekonominin karşısında önemsizleştiren basitlemesiyle bu karmaşık bağlar anlaşılamaz. Siyâset karşımıza iki sûretli olarak çıkıyor. İlki
kurumsal
,yâni devlet; ikincisi ise
ulusal ve toplumsal/sınıfsal
boyutlar. Her ikisi de
sermâyenin birikim sürecinde
son derecede işlevsel bir rol oynuyor. Devlet akılcı ve ihâtalı bürokratik yapısıyla; ulus /toplum ise bir üretim ve tüketim
sâhası
olarak kapitalizmin birikimsel ihtiyaçlarıyla son derecede uyumlu seyrediyor. Elbette arada yaşanan sorunlar yok değil. Bunlar, devlet-sermâye ilişkileri açısından
mâlî
vergi odaklı olarak mâlî (fiscal); ulusal/toplumsal yapılarla-sermâye ilişkisi açısından ise
bölüşümsel
mâhiyettedir. Ama bu sorunlar, Marx’ın öngörmüş olduğunun aksine
uzlaşmaz
(contradictory)
değil
; çetin de olsa nihayetinde
uzlaşır
(pradoxal) çelişkilerdir. Pratik de bunu ıspat etmiştir.
Birikim süreçleri hayli rekâbetçi ve kırılgandır. Dolayısıyla
içe kapanma ve korumacılık
gerektirir. Devlet ve ulus yapılanmaların tam da bu ihtiyâcı karşılamak adına son derecede işlevsel bir vazife görmüş olduğunu söyleyebiliriz. Kısaca Merkantilizm, Kolbertizm, Aydın despotizmi, Kameralizm sıfatlarıyla anılan içe kapalı kapitalist birikim ve rekâbet süreçleri devlet-sermâye bağını kesinleştiren pratikler olarak bilinir. Burada esas olan biriken zenginliğin bölüşümcü bir sapma göstermeksizin içeride korunması ve arttırılmasıdır. Başta askerî yapılar ve onunla uyuşumlu ideolojik yapılar olmak üzere ulusal pekiştirim(consolidation) süreçleri de tam bu eksene oturur.
Mesele sermâyenin,
birikim yanında genişleme ve yayılma
(expansion of capital) süreçleriyle alâkalı görünüyor. Kapitalizmin derin çelişkilerinden birisi de budur.
Birikim onun görece durağan (statik); diğeri ise hareketli (dinamik) taraflarını ortaya koyar.
Bu zarûret kaçınılmaz olarak paylaşım savaşlarını ve kazananın hegemonyası üzerinden, eşitsiz bir dünyâ işbölümünü doğurmuştur. Devlet ve ulus yapıları, genişleme sürecinde aynı korumacı refleksleri gösterecek; buna mukâbil sermâye kendi aklının gereklerini tâkip edecektir. Soru şudur: Devletler ve uluslar açısından, nihâî tahlilde tutarlı olan birikim sürecinde sağlanan kontrol ilişkileri
aktarımsız
işlerken, genişleme ve yayılma süreçleri kaçınılmaz olarak aktarım ihtiva ettiği için devâm ettirilebilecek midir? Sermâyenin elden çıkması, uçarı bir şekilde başka bir yere gidip orada konuşlanması; farklı bir birikim ve genişleme stratejisi kazanması engellenebilecek midir?
II.Umûmî Harp sonrasında kurulan ABD hegemonyası, sermâye genişlemesi açısından bir kaç mühim adım attı. Bunlardan ilki ABD’deki birikimin Avrupa’ya aktarılmasıydı. ABD bunun kontrolünü
Eurodolar
üzerinden sağladı. İkinci açılım, harbin sonunda Japonya; 1980’lerden sonra Güney Kore, nihâyet 1990’lar itibârıyla Çin üzerinden oldu. Hem Avrupa, hem de Pasifik açılımı ABD’nin dünyâdaki
artık değerleri emen bir çevrime
karşılık gelmekteydi. 1945-1980 arasında bu çevrimin, ABD’nin askerî-finansal hegemonik kontrolü altında hayli iyi işlediğini söyleyebiliriz. Dünyâ ticâretindeki en büyük hacimler ABD-Avrupa ve ABD-Japonya arasında meydana geliyordu.
1980’ler bu aktörlerin
ağır yorgunluğu ve ağır verimlilik kayıplarıyla
seyretmeye başladı. Sermâyenin merkez kaybı veyâ
merkezkaç
bir eğilim kazanmasıydı bu. En başta kaybeden ABD’ydi. Sermâyenin genişlemesi ve yayılması, en başta kendi aralarındaki ilişkileri bozdu. ABD, Alman makine/kimya ve bilhassa otomotiv sâhalarında ABD’ye galebe çalmaya başladı. Benzer olarak Japonya ve Güney Kore elektronik sâhasında ABD’yi zora sokmaya başladı. (ABD’nin, iç pazarını ele geçiren Alman otomobillerine karşı uyguladığı baskıları hatırlayalım). Ama daha beter gelişmenin Çin’den geldiğini biliyoruz.
Emek yoğunluklu bir sanâyileşmeden, sermâye ve teknoloji yoğunluklu bir üretime
geçen Çin, II.Umûmî Harp sonrasında kurulan dünyâ işbölümünü alt üst etti.
Marx, çok doğru olarak üretici güçlerin yükselişinin engellenemeyeceğini yazıyordu. Bu yükseliş yeni bir
üretim, mübâdele ve tüketim tarzı
doğuracaktır. Çin’in, bilhassa chip meselesini biraz daha geliştirirse bu sürecin dümenine geçeceği artık âşikâr. Bugün ABD ve genel olarak Batı, Rusya ile berâber Çin’i otokratik bir güç olarak târif edip, târihin ilerici tarafında durduğunu söyleye dursun; durum aslında tam da tersi. Dünyâ üretiminin %20'’sini yapan Çin’i durdurmak için ABD ve Batı siyâsal ve askerî baskılamalara gidiyor ve bunu her gün biraz daha derinleştiriyor. Yaşananları neomerkantilizm olarak değerlendirmek son derecede yanlış olur. Merkantilizm bir birikim pratiği olarak kendi zamânında ilerlemecidir. . Bugün yaşadıklarımız illâki ilerlemecilik üzerinden anlatılacaksa, Atlantik Batısının sermâyenin genişlemesi ve riskin gerçekleşip el değiştirmesini durdurmaya gayret etmekten; yâni
nâfile bir gericilikten
ibârettir.
Eğer Çin’in başlattığı süreç sâlimen devâm edip yeni bir dünyâ işbölümü ortaya çıkarsa, bu insanlığın hayrına mı olur? Doğrusu bu hususta Türkiye’deki kamuoylarında ve kanaat liderlerinde tam bir kafa karışıklığının yaşanmakta olduğunu düşünüyorum.
Târihsel üstünlüklerini kaybetmiş, değerleri
çürümüş ve gemi azıya almış saldırgan bir Batı ile
eşitsiz, hunhar ve obur bir yayılmacılık gösteren
Çin büyümesi ve yayılması arasına sıkışmış vaziyetteyiz. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın Çin ziyâreti sonrası yaşanan kısa devreler de bu sıkışmışlığın göstergeleri.
Batı’dan bezmişlik
kendiliğinden bir Çin sempatisi doğurabiliyor. Atlantik kafalı bâzı çevreler fabrika ayarlarını zorlarken, bâzı çevreler ise Asyalı geçmişleri ve olanca Batılılaşma iddia ve gayretlerine rağmen içeride büyüttükleri Doğululuk fetişlerine sarılabiliyorlar. Duygusal tepkiler bunlar.Taraflardan birisinin (Batı) azgın, diğerinin ise (Çin) sabırlı ve barışçıl bir profil vermesi aldatıcı olmamalı. Evet, belki de bir Çin Asrı var önümüzde. Unutmayalım ki burası, jeopolitik olarak Avrasya diye bilinen, ama aslında İpek
Yolu
üzerine kurulmuş
Rumî -MüslümanTürklüğün diyârı.
Kadim İpek Yolu’nun romantizmiyle hayâl edilenler Yeni İpek Yolu’nu karakterize etmez. Müthiş fırsatları olduğu kadar, kâbus yüklü riskleri de eş anlı olarak ihtivâ ediyor. Evet, çok büyük bir kazâ olmazsa bu yol er geç kurulacak. Atlantik tarafından dışlanan Türkiye de orada yerini alacak. Mesele bunu yönetebilmek ve Türkiye için en avantajlı hâle getirebilmek. Yolları duygularla değil, akıl ile döşemek zorundayız.
#siyaset
#ekonomi
#tarih
#Süleyman Seyfi Öğün