Eski rejim taraftarları ve askeriye Mısır'da yaşananların bir devrim, yani köklü bir değişim olarak görmemektedir. Buna karşılık gençler ve halkın birçoğunun gelişmelere bakışı yaşananların tam anlamıyla bir devrim olduğu ve bu yüzden toptan ve hızlı bir değişimin yaşanması gerektiğidir. Mısır'da yaşanan bu ikili ruh halidir.
Bir yandan Arap dünyasındaki devrim ruhu Suriye ve Yemen gibi çeşitli ülkelerde devam ederken bir diğer taraftan da Mısır ve Tunus devrim sonrası sürece ilk adımını atmaktadırlar. Tunus'taki seçimlerden galip çıkan Nahda hareketinden sonra şimdi de 28 Kasım'da Mısır'da ilk turu yapılan seçimlere çevrilmiş durumda. Libya'daki geçici yönetimin ülkede şeriat uygulanacağını ilan etmesinin ardından Mısır'daki seçimlerin ilk turundan Müslüman Kardeşlerin galip çıkması birçokları için daha ilgi çekici hale gelmiştir. Türkiye'den Tunus'a yeni bir “İslami” kuşak mı doğuyor sorusu bugünlerde Batı'da tartışmalara konu olmaktadır. Peki, Arap dünyasının en kilit devrimi olan Mısır'daki son gelişmeleri ve gidişatı nasıl yorumlamak gerekir?
Devrimin üzerinden yaklaşık on ay geçmiş olmasına rağmen devrim-sonrası diye tanımlanabilecek bir süreç hala Mısır'da oluşmamıştır. Bunda temel sebep Mısır'da yaşananların bir 'devrim' mi yoksa bir 'intifada' mi olduğu konusunda yaşanan temel kafa karışıklığıdır. Eski rejim taraftarları ve askeriye Mısır'da yaşananların bir devrim, yani köklü bir değişim, olarak görmemekte aksine bazı olumsuzlukların değiştirilmesini isteyen bir halkın spontane bir tepkisi veya intifadası olarak görmektedir. Bu anlayışa göre bazı rötuşlar yapılmasını isteyen halkın 'intifada' ruhu belirli bir süre sonra momentumunu kaybedecek ve işler belirli bazı küçük rötuşlar sonrasında aynı şekilde devam edecektir. Buna karşılık gençler ve halkın birçoğunun gelişmelere bakışı yaşananların tam anlamıyla bir devrim olduğu ve bu yüzden toptan ve hızlı bir değişimin yaşanması gerektiğidir. Buna göre gerek seçimler gerekse anayasa bir an evvel yapılmalı ve yönetim sivil iradeye devredilmelidir. Bu iki yaklaşımdan hangisinin ülkedeki gelişmeleri yönlendireceği meselesi büyük oranda Mısır devriminin hem geleceğini hem de onun başarısının belirleyecek asıl öğe olarak durmaktadır.
Ekim ayında birçok parti ve askeri konseyin kabul ettiği taslağa göre, 28 Kasım tarihinde yapılmaya başlanan üç aşamalı seçimlere göre seçim mart ayında tamamlanacak ve Mısır'da yeni parlamento ancak Mart sonu-Nisan başında toplanıp anayasa yapma faaliyetlerine başlayacaktır. Daha sonra yapılan anayasanın referandumdan geçtiği gün devlet başkanlığı için süreç başlayacaktır. Bu takvime göre 2011 Şubat ayında yapılan bir devrim en iyi ihtimalle ancak 2013 Şubat gibi bir tarihte ilk demokratik devlet başkanını seçecektir. Bu durum ister istemez devrim ruhunun iki yıl boyunca nasıl ya da ne şekilde diri tutulup tutulamayacağı meselesini gündeme getirmekteydi. İşte tam bu sürecin işleyeceği dönemin başlamasından önce başlayan yeni gösteriler bu takvimi şimdilik biraz da olsa değiştirmiş görünüyor. Askeri konseyden yapılan son açıklamaya göre Cumhurbaşkanlığı seçimleri en geç 2012 Haziran'ında yapılacak. Bu sürecin nasıl işleyeceği ve bu süreç işlerken fikirsel mücadeleyi devrim diyenlerin mi yoksa intifada diyenlerin mi kazanacağı temel bir gösterge olacaktır.
Bu sürecin bu kadar uzamasının en temel sebebi aslında devrimi yönlendirecek bir siyasi aktörün yokluğudur. Bu süreci yönlendirebilecek ve hatta şekillendirebilecek olan Müslüman Kardeşler hem bu rolü oynamak istememekte hem de çoğu zaman askeri rejimle yakın işbirliğine girerek devrimi yavaş yavaş öldürmekle suçlanmaktadır. Bu durum hem Müslüman Kardeşlerin toplumsal meşruiyetini tartışmaya açmakta hem de birçok üyenin bu durumu protesto ederek hareketten ayrılmasına yol açmaktadır. Mısır'da Ex-İhvan yani eski ihvancı denilen bir grup doğmakta ve her geçen gün genişlemektedir.
Bu süreçte belirleyici rol oynaması beklenen Müslüman Kardeşler genel olarak bakıldığında fikirsel anlamda aslında tarihinin en zayıf noktasındadır. Siyasi ve iktidara gelme şansı olarak tarihinin en zirve noktasında olan Müslüman Kardeşlerin nasıl olup da fikirsel olarak topluma önderlik etme ve yol gösterme açısından tarihinin en zayıf noktasında olduğu meselesi tartışılması gereken bir konudur. Bunda yıllardır süren baskı ve zulümlerin sonucu olarak fikirsel bir daralmanın olduğu gerçeği kadar son 30 yıldır yaşanan tarihi kırılmanın etkisi de vardır. Müslüman Kardeşler artık ellili ve altmışlı yıllardaki gibi değildir. Belki de bu yüzden siyasi olarak konumunu sağlama alma meselesi birçok şeyin önüne geçmekte ve siyasetinin merkezi direncini oluşturmaktadır. Son zamanlarda yaşanan gelişmeler karşısında Müslüman Kardeşlerin zigzag çizen tavır ve açıklamaları bu durumu net bir şekilde göstermektedir.
Askeri rejimin Mısır'daki gelişmeleri bir intifada olarak görerek süreci sallantıda bırakmasına uluslararası alandan da zimmî destek gelmektedir. Avrupa ve Amerika artık Mısır'da demokrasiyi destekleyici açıklamalar yapmamaktadır. İsrail, Körfez ülkeleri ve Batı'nın gelişmeleri askeri rejimle paralel bir şekilde yorumlayıp değişimi sürece yayma anlayışı gizli bir ittifakın varlığına işaret etmektedir. Bu süreçte Mısır'da demokrasiyi açık ve net bir şekilde destekleyen sadece Türkiye'dir. Bu açıdan Türkiye'nin Mısır siyasi aktörleri ve haklı gözündeki konumu ve saygınlığı Türkiye için bir avantaj olup bunun Mısır'daki demokratik gelişimin hızlandırılması lehine kullanılması son derece önemlidir. Son dönemde Kahire'de yapılan Türkiye-Mısır demokratik tecrübe paylaşımı konferansları ve en son Başbakan Erdoğan'ın ziyareti bu minvalde pozitif gelişmelerdir. Fakat akademisyenler, sivil toplum, Al-Azhar öğrencileri, işadamları, gazeteciler ve kısaca tüm toplumsal kesimlerin katıldığı kapsayıcı bir Mısır politikası geliştirmeden Türkiye'nin bu tarihi konumunu kalıcı sonuçlara çevirmesi son derece zor gözükmektedir. Bu açıdan ilk değişimin Kahire elçiliğindeki eleman sayısını artırıp, vizyoner ve organik bağ kurabilen bir büyükelçinin Kahire'ye atanarak başlaması gerekir. Bu atama gerekirse dışarıdan yapılmalıdır.
Türkiye'nin Mısır politikasında toplumsal etmenlere vurgunun birçok sebebi vardır çünkü Kahire eskiden beri akademisyen ve öğrencilerin en çok sıkıntı çektikleri bir yerdir. Özellikle Al-Azhar üniversitesinde okuyan öğrencilerin yıllarca çektiği sıkıntılar gayet iyi bilinmektedir. Gerek diplomaların elçilik tarafından onaylanmaması gerekse elçilikte bir nevi 'hayvan' muamelesi gören öğrencilerin en son gittiği yer elçilikti. Hakkını yemeyip son dönemde bu durumun ciddi olarak değişmeye başladığını belirtmek gerekir, fakat şimdi de kendisini 'kral' zanneden tiplerin 'kral çıplak' diyenlere karşı 'acımasız' siyaseti, elçiliği ve elçilik çalışanlarını meşgul etmektedir. Çünkü Kahire gibi son derece kritik bir yerde görev yapan bir büyükelçinin görevi akademisyenlerin burs kaynaklarını araştırmak değil aksine onlarla işbirliği yapmak olmalıdır. Kendisine yapıcı anlamda eleştirel yaklaşan akademisyenlerin burs kaynaklarını soruşturan ve hatta elçilikteki MİT görevlilerini haklarında bilgi toplamak için devreye soktuğu söylenen bir büyükelçi hakkında ne söylenebilir? Bütün kaygısı hem çevresinde hem de Ankara'nın gözünde PR yapıp kariyer basamaklarını hızlı bir şekilde tırmanmakmış gibi görünen Türkiye'nin 'yarı-entelektüel' büyükelçisi, kim bilir belki de akademisyenlerin burs kaynaklarını öğrenebilmiş ve Ankara'ya bildirerek kendisinin bölgedeki her şeyi kontrol ettiğini ve bildiğini ifade edebilmiştir. Kariyeri açık olsun!






