
Sesi hâlâ Yeni Şafak koridorlarında yankılanan Hamit Can, yüzünden tebessüm eksik olmayan bir tevazu abidesiydi. Gönülleri fethetmeyi başarmış bir ‘Diriliş’ neferi...
12 Şubat 2010’da ‘âniden’ hayata gözlerini yuman Can’ın vefatının ardından şunları söylemişim: Son karşılaşmamızda edebiyat konuşmuştuk. Edip Cansever’den Kırtipil Hamdi’ye; Orhan Okay hocadan Mustafa Kutlu ağabeye kadar birçok isim. Üstat Karakoç’tan da bahsettik elbet. Edebiyattan girdik, fukaralıktan çıktık. Derken Mardin’e uzandık. ... (Yeni Şafak, 21 Şubat 2010).
Mardin’den gelip İstanbul’da ve gönlümüzde yer bulmuş bir Diriliş neferiydi Hamit Can, suskunluğuyla konuşan bir tevazu abidesi. Okuma ve yazmayı asla ihmal etmezdi. “Gelecek Diriliş’in” derdi. Sesi güzeldi. Şarkı ve türküleri usulüne uygun söylerdi. Gazete binamızın koridorlarında onun sesinin yankılarını dinlerim hâlâ. Tebessümü, gözümün önünden hiç gitmez.
Güzel bir anlatımla başlayalım:
Derbesiye, çocukluğumun ilk yıllarının geçtiği şirin kasaba. Suriye’yle göz göze. ... dikenli tellerle ikiye bölünmüş, bir kısmı ‘hattın’ öbür tarafında kalmış. ... Derbesiye sanki bir varmış, bir yokmuş. (s. 9-11). Evlerinin bahçesini şiir güzelliğinde aktarıyor: ...bahçemiz, ... diri bir şiirdi (s. 15).
“Geceleri, damda parlak yıldızların altında yatardık” diyor 17. sayfada. Çocuk olmasam da ’90’lı yıllarda, Mardin’de, damda yatıp onun baktığı yıldızlara bakma bahtiyarlığına erişmiştim.
“Göklerden sevinç yüklü bir rüya indi. Bahçeye bir düğün. Ağaçlar ak duvaklar giyindi. Nar ağacı ortalarında çıtıpıtı bir gelindi. (s. 35). Anlıyoruz ki mevsim kış ve Derbesiye’ye kar yağdı.
Bayram bir başkadır o zamanlar. Özellikle çocuklar için. Şeker toplanır; panayıra gidilip deniz kızı ve maymun görülür; tüfekle balona atış yapılır, halka atılıp, langırt oynanır. Günümüzde hangi çocuk bu bayramları görebilir artık. Hangi çocuk, “Bir yaz sabahı, mavi çaydanlığı (muhtemelen çinko) kapıp, parkın içindeki tulumbadan çay suyu almaya gittim.” (s. 103) diyebilir?
Şairane yaşayan ve gönülleri fethetmesini bilen Can ağabeyimizin kaleminden dökülmüş satırlardan bazılarının altını çizip, defterime kaydetmişim: İçine çekilmiş bir öksüz(dü Derbesiye. s. 102), Kökü gökte olan ağaçlar... (s. 16), Yayıldıkça koyulaşan, kızıla çalan, alacalı ve süslü bir perde olan akşam... (s. 16), Kuşlar, sanki gökyüzüne dökülmüş siyah tespih taneleri... (s. 19), ...kara tren gelir... istasyona bir türkü gibi girerdi. (s. 56).
Bana çocukluğumu tekrar yaşatan bu nahif eseri okuduğumda şunu diledim:
Keşke herkes kendi Derbesiye’sini yazsa!
Hamit ağabeyin yer yer masallaştırdığı ‘anlatı’sı, “I. kitabın sonu” ibaresiyle bitiyor.
Ölür ise ten ölür, ‘can’lar ölesi değil.
Bir hatıra:
‘Henüz yedi-sekiz yaşlarındaydım. Koyu kahverengi bir oğlağım vardı. Haşarı bir çocuk gibiydi. Çok hareketliydi. ... Ona o dönemin meşhur eşkîyalarından Koçero’nun adını vermiştim. … Öğle vakitleri sundurmada yattığımda gelip ayaklarımın altını yalar ve beni uyandırırdı. Kalkıp onunla oyun oynamamı isterdi. ... Günler, aylar geçti. Bir gün ... onu kasap Abdurrahman’a satmışlar. Nefes nefese çarşıya koştum. Koçero’nun kafasını tezgâhta görünce, ... çılgınca çığlıklar attım. Saatlerce ağladım. ’
(Mehmet Nuri Yardım, Hamit Can konuşması, YeniSiirt.com)







