|

Roman şehirler ve büyük yazarları

Londra, Paris, Petersburg, Dublin, Berlin, Prag, New York, Kahire ve İstanbul... Bu şehirlerle özdeşen yazarlar yazdıkları romanlarda yaşadıkları mekânları da adeta bir karakter haline getirir. Böylece bahsi geçen şehirler edebiyat dünyasında ölümsüz hale gelir.

Necip Tosun
00:00 - 16/07/2022 Cumartesi
Güncelleme: 15:29 - 16/07/2022 Cumartesi
Yeni Şafak
Paris
Paris

Önemli yazarlar ve onların yarattıkları karakterler hep bir şehirle özdeşleşmişlerdir. Dickens (Londra), Balzac (Paris), Dostoyevski (Petersburg), James Joyce (Dublin), Alfred Döblin (Berlin), Kafka (Prag), Paul Auster (New York), Ahmet Hamdi Tanpınar (İstanbul) bu bağlamda anılabilir. Bu şehirleri ve karakterleri, yazarlar edebiyat dünyasında ölümsüzleştirmişlerdir. Karakterler ancak bulundukları şehrin, yaşadıkları coğrafyanın ürünüdür. Anton Çehov’un bozkır kahramanlarını Dublin’in sisli, karanlık sokaklarında dolaştırırsanız bambaşka karakterlere dönüştürürsünüz. Ya da Joyce’un kahramanlarını Rusya’ya götürürseniz orada bir yabancı gibi durur. Bu nedenle kurmacada şehirle kahraman birbirinden ayrılamaz bir şekilde iç içe geçmiştir. Hatta kimi kez mekân (şehir/kasaba) öyle öne çıkar ki karakter daha geri planda kalır ve kitabın gerçek karakteri bir şehir olur. Karakter bir anlamda kahramanı doğurur, onu biçimler ve yönlendirir. Ama bu metinler bir şehir rehberi değildir ve şehrin ruhuna nüfuz etmiş anlatılardır. Genel olarak bakıldığında, bu romanlarda mekânla tema arasında bir örtüşmüşlükten söz etmek mümkündür. Tip olarak da bu mekânların belirlediği, biçimlediği insan çıkar karşımıza.

Kentleşmeyle birlikte kentin sadece yaşanan bir mekân olmayıp onun bir ruhu bir dili, anlamı olduğunu ortaya koyan, kültürel, tarihi, coğrafi zenginliklerini keşfeden, bunu eserlerine yansıtan dahası bir şehir algısı, imgesi oluşturan edebiyatçılar olmuştur. Oscar Wilde’ın, “Londra’nın üstüne yüzyıllardır sisin çöktüğü söylenir. Ama kimse görmemiştir bu bahsedilen sisleri; kimse görmediği için de, onlar hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Sanat onları keşfedene kadar, sis var olmamıştır.” derken kentlerin tarifini, resmini, gerçekliğini hep edebiyatçılar oluşturmuştur demek ister. Edebiyatçı sadece kentin resmini çizmez, buradaki insanların birbirleriyle olan ilişkilerini, cadde ve sokakların fonksiyonunu, insanların davranış biçimlerini, şehrin etkilediği ruh durumlarını, gecelerini, gündüzlerini bir bütünlük içinde ortaya koyar. Bu romanlarda iş bölümü, ilişki ağları, endüstrileşme, toplumsal değişim, yapılaşma, sınıf çatışmaları, iktidar çözümlemeleri, kültürel dokuları, üretim yapıları, yoksulluk-zenginlik vb. analiz edilir, sahnelenir, şehrin çok bilinmeyenli değişkenleri ortaya konmaya çalışılır.

Edebiyatçılar, mekân algısının bireydeki etkisini, onun kaotik ve parçalı kurgusunun ruh yansımalarını, insanı sadece etkilemekle kalmayıp nasıl var ettiğini eserlerinde işlerler. Bu anlamda pek çok eser bireyi mekân üzerinden, şehir üzerinden okur, anlamlandırır ve yorumlar. Onun şehirdeki yabancılaşmasını, çatışmalarını, varolma savaşını gündeme getirir. Şehir, edebiyatçının sanayileşmeyi, modernizmi ifade etmede kullandığı en önemli enstrümanı olmuştur. Şehir yazarın sahnesi, dekoru ve laboratuvarıdır. Modern romanlar kentleri, orada yaşanan sosyal gerçekleri ustalıkla eserlerinin konusu yapmışlardır. Öyle ki pek çok romanda şehirler bir mekân olmaktan öte bir karakter olarak yer almışlardır.

Modern kentlerin huzursuz karakterleri depresif ruh hâlleriyle kaybolmuşluklarına, silikliklerine bir çare ararlar. Çünkü şehir onları yutmuş, görünmez kılmış, yersiz yurtsuz bırakmıştır. Bütün bu anlatılarda kahramandan çok şehirler, onun sunduğu yaşam biçimleri, insani ilişkiler öne çıkar ve her durumda şehir belirleyicidir. Zaten özellikle roman türünün gelişmesi, yaygınlaşmasıyla siyasal, ekonomik, kültürel değişimlerle doğrudan ilgisi vardır ve onun bir burjuva destanı olduğu bilinir. Avrupalı anlamda roman hiç şüphesiz kent kültürünün bir sonucudur. Baskı imkânlarının gelişimi, okur-yazar sayısının fazlalaşması, burjuva sınıfının ihtiyaçları kuşkusuz kentleşmenin imkânlarıdır ve roman tam da bu ortamda gelişip, serpilmiştir.

BALZAC VE PARİS

Paris dendiğinde ilk akla gelen yazar Balzac’tır. Balzac her kesimden insanı Paris’te buluşturur ve Paris atmosferinde hayatla karşı karşıya getirir. Aristokratlar, köylüler, öğrenciler, tüccarlar, eski mahkûmlar Paris’in sunduğu hayata karışırlar. Aslında merkezde para hırsı vardır ve gelecek yüzyılda nasıl her şeyin buna bağlı olacağı sezdirilir. Balzac böylece Paris merkezli burjuvazinin yükselişinin, yarattığı etkilerinin ve doğasının derinlikli bir fotoğrafını ortaya koymuştur. Ancak burjuva yaşantısını övmemiş, seçkinlerin yaşantısının kofluğunu, bozulmuşluğunu dile getirmiş, çağıyla âdeta hesaplaşmıştır.

Onun romanlarında insanların yolu bir şekilde Paris’e çıkar ya da yaşananlarla Paris arasında bağlantı kurulur. Yeni dünyada yükselme ve paylaşım savaşı yapılmaktadır. Bu, en az gerçek savaş kadar acımasız ve öldürücüdür. Çünkü herkes kendi bayrağının en yüksekte dalgalanmasını istemektedir. Cesurlar, korkaklar, merhametsizler kan döker, can alırlar. Her şey; Paris gibi ışıltılı, büyülü yeni dünyada bir köşe kapmak içindir. Bu ortamda insanın zayıf ve güçlü yanları, gurur ve zafiyetleriyle ihanetleri ortaya dökülür. Uşaklar, lüks hayat, arabalar ve zenginlik peşindeki insanlar insanlıklarından uzaklaşırlar. ‘Sıradan bir insan ortaya çıkan imkânları iyi değerlendirir, oyunu kuralına göre oynarsa Paris’i bile ele geçirebilir’ duygusu herkese yerleşmiştir. Sadece biriktirmek, çalmak, çırpmak, nasıl olursa olsun zengin olmak bu insanların temel özelliğidir.

Balzac tam da burada yükseliş ve düşüşleri, zafer ve yenilgileri örneklemeye başlar. Arzuların esiri, sadece menfaatini, çıkarını düşünen bu açgözlü insanların dramlarını hikâye eder. Seçtiği karakterler sıradan kişiler değil, ihtiraslı, tutkulu, rüyası olan kişilerdir. Rüyaları öyle büyüktür ki sonunda paramparça olmayı göze alırlar. Amaçlarına tutkuyla bağlanmışlardır. Bu karakter, olay, durum çeşitliliği onun çevresini “ansiklopedik” bir bakışla gözlemlediğini gösterir. Ticari olayları, bilimsel gelişmeleri, iktidar savaşlarını, hukuksal tartışmaları ustalıkla romanına aktarır. Karakterleri sadece ruhsal, kişisel durumuyla değil toplumsal yapıyla, çevresel şartlarla birlikte ele alır. Bütün bu insanların peşinden koştukları şey, ağırlıklı olarak paradır. Balzac tüm eserlerinde paranın gücünü ortaya koymuştur. Her şeyin kapısını açan anahtar konumundaki para tüm değer yargılarını altüst ederek güç, itibar ve saygınlığı tek başına tayin etmektedir.

Modernitenin başkenti Paris’teki değişimi ve yaklaşan kaosu görenlerin başında Balzac gelir. Balzac, Paris’teki sosyal ve ekonomik değişimi çözmek, okumak ve temsil etmek için karakterler oluşturur. Bu karakterler aracılığıyla toplumsal yapıları, bu değişim içindeki insanları ele alırken Paris onun ana karakteri olur. Balzac bu yaklaşımlarıyla sadece büyük edebiyatçılara birikim aktarmamış, başta Marx olmak üzere sosyoloji, düşünce, tarih disiplinlerinde çalışanlara büyük bir yol açıcılık işlevi görmüştür. Burjuva toplumu ve bunun etrafında oluşan yeni toplumsal yapıları, köylüleri, işçileri, yoksulları derin bir gözlemle ortaya koymuştur. Taşra ve Paris ilişkisini ve çatışmasının ayak seslerini gündeme getirirken paranın hakimiyetinin nelere mal olacağını romanlarında örnekler.

Balzac özellikle toplumsal ilişkilerdeki çözülmeyi, ahlak düzeninin yozlaşmasını ısrarla gündeme getirir. Bütün bu karmaşada inancın yavaş yavaş insanların arasından çekildiği hissettirilir. Zaman ve mekân yok olmakta, birbirlerini ezmekle meşgul insanlar neyi kaybettiklerinin farkında olmadan kaçınılmaz bir şekilde kurban ya da katil olmaktadırlar. Ne var ki Balzac, romancılığını da zengin anlatımını da Paris’in bu karmaşasına ve kaosuna borçludur. Onun çağı, hayat görüşünü ve inancını yorumlamasına Paris vesile olur. O da derinlikli bakışı, estetik yaklaşımı ve büyük bir gözlemci olarak Paris’in gözü kulağı, sesi, aynası olur. O, sanki karakterlerini anlatmak için Paris’i değil de tam tersine Paris’i anlatmak için karakterlerini kullanır gibidir. Çünkü orada kalıcı, çağı aşacak görüşler (modernitenin izleri, kapitalizmin açıkları vb.) bulmuş ve böylece kalıcılığını, yarınlara taşmanın önlemlerini almıştır.

CHARLES DICKENS VE LONDRA

Balzac nasıl romanlarında 19. yüzyıl Paris’ini fotoğraflamışsa Dickens da Londra’yı fotoğraflamıştır. Yapılan tespitlere göre, Dickens’ın yazdığı eserler arasında biri dışında olayların tümü Londra’da geçer. Londra’yı âdeta bir karakter olarak romana sokan Dickens, inandırıcı, etkileyici karakterleri, yozlaşmış kurumları, yaşattığı toplumsal kötülükleri ile ortaya etkileyici bir Londra fotoğrafı çıkarır. Charles Dickens İngiliz romanında bir kent romancısı olarak kırsal kesim ile kent arasındaki insan, toplum, çevre ilişkilerine odaklanan yazarlardandır. Yaşadığı dönemde kırsal kesim kente akmakta, bu da beraberinde pek çok uyum sorununu doğurmaktadır. O da romanlarında insanları Londra’ya getirerek kent gerçekliğiyle tanıştırır. Kırdan kente gelenler buranın gerçekliğine uyum sağlayamazlar.

Böylesine kalabalıklaşan kentlerde yoksullarla zenginler ilk kez daha derinden, daha yakın yüz yüze gelirler. Dickens işte devasa kentlerin bu büyük fotoğrafında yoksulların dünyasına bakar, burada var olma savaşı veren memurların, serserilerin, esnafın, avukatların yaşam biçimlerini izler. Çizdiği kent tasvirlerinde bu büyük yarılmaya vurgu yapar. Kentleşme ile birlikte insanlar bencilleşmiş, dayanışma ve akrabalık ilişkilerini terk etmişlerdir. Kapitalizmin gerekleri insanı acımasızca bir kenara itmiştir. O sadece kendi ihtiyaçlarını önemsemekte, bireyin ihtiyaçlarınıysa yok saymaktadır. Kentlerin dayattığı yeni anlayış tüm insanlık değerlerini yok etmiştir. Dickens tüm bu sosyolojik, tarihsel, ekonomik gerçekleri inandırıcı karakterlerle, olay ve durumlar üzerinden örneklemiştir.

Romanlarındaki tasvirler, şehir gözlemleri burayı çok iyi tanıdığını, çok iyi gözlemlediğini gösterir. Hayvan pazarları, hanlar, mahkemeler, meyhaneler onun roman mekânlarıdır. Onun romanlarını okumak bir anlamda 19. yüzyılın Londra’sında dolaşmak, sokak insanlarının konuşmalarına kulak vermek, esnafına takılmak, aristokrasisini, yoksullarını gözlemek demektir. Dickens, kasvetli Londra fotoğrafının içine aynı kaderi yaşayan karakterleri yerleştirerek şehrin kaderi ile insanın kaderinin örtüşmüşlüğünü ortaya koyar.

Londra her zaman sis ile anılır. Belki de bunu en iyi anlatanlardan biri Dickens’tır. Sis Dickens’ta sadece bir doğa olayı değil en önemli anlatım imkânlarından biridir. Romanlarda sis, insanlar arasındaki iletişimsizliği, önünü görememesini, öngörüsüzlüğü ve körleşmeyi temsil eder. Dickens, romanlarında Londra’nın bir insanlık haritasını çıkarır, tasvirin nasıl işlevsel kullanılması gerektiğinin parlak örneklerini verir. Neredeyse Londra’nın tüm insan katmanlarına el atar, onların ruhlarını okur ve bunu psikolojik bir derinlikle gözler önüne serer.

Dickens, sadece şehir tasvirleriyle 19. yüzyıl Londra’sını ölümsüzleştirir. Sanki söyleyeceği her şeyi bu tasvirlerde söyler gibidir. Âdeta bir fotoğrafın içine bütün bir Londra’yı sığdırır. Londra, o dönemde kapitalizmin başkentidir. Yoksullar, pastadan pay kapmak için buraya akın eder. Orada karşılarına duyguyu, insanlığı, merhameti bir kenara koyan yerleşik otoriter devletin yasaları, para, vahşi kapitalizm çıkar. İşte Dickens’ın romanları gelişme dönemindeki bu acımasız kapitalist şehirdeki insanlık durumlarına bakar. Bütün toplum tabakalarını gündeme getirmekle birlikte özellikle alt tabakaların ezilişleri hikâye edilir. Çocuk ezilir, taşralı ezilir. Çünkü orada sadece paranın hâkim olduğu bir düzen vardır. 19. yüzyıl romancılarının en önemli tespitlerinden biri paranın toplumsal yaşamda, bireysel ilişkilerde süratle tek güç hâline geldiğini belirtmeleridir. Balzac gibi Dickens da romanlarında para toplumuna doğru ilerlendiğinin örneklerini verir. Dickens’ın parlak buluşlarından biri de bürokrasidir. Bürokrasinin toplum yaşamındaki olumsuz etkisini ustalıkla gündeme getirir. Mahkemelerin, adalet sisteminin açmazlarını sıklıkla işler.

Charles Dickens, Londra sokaklarının sesini, kokusunu, atmosferini romanlarının bir ritmi ve biçimi olarak kullanır. Kilise çanları, sis, çamurlar içindeki yollar, karanlığa batmış Thames Nehri onun yazma biçimlerinin araçlarıdır. O sesleri metne vermek, o görüntünün resmini çizmek ve sonra da karakterleri orada dolaştırmak ister. Londra’dan ayrıldığında yazma sıkıntısı yaşar.

JAMES JOYCE VE DUBLİN

James Joyce’un bütün bir edebiyat serüveni neredeyse Dublin etrafında şekillenmiştir. Joyce, tarih ve siyasi görüşlerini, sanat algısını, dil arayışlarını Dublin kenti üzerinden kurgular. Dublin, onun eserlerinde, bir mekân, fon değil, her şeyin izahı için en temel başvuru kaynağı, bir öznedir. Dublin onda hayatı yaşanmaz kılan modernizmin tüm olumsuzluklarını simgelemektedir. Joyce, eserlerinde bu olumsuzlukları gündeme getirip bunlarla hesaplaşır. Öncelikle, İrlanda’nın kültürüne, aile yapısına, papaz baskısına karşıdır ve bütün bunların da sanatını olumsuz etkilediğini düşünür: “Sevgili aşkım, Dublin beni hasta, hasta, hasta ediyor. Başarısızlık, hınç ve mutsuzluk kenti. Dışında olacağım günleri bekliyorum” diyen Joyce, sonunda Dublin’den ayrılır ve yıllarca Avrupa’da sürgün yaşar. Ama bu sürgünlüğüne rağmen ne o Dublin’den kurtulabilir ne de Dublin onu terk eder. Bütün yazdıklarını âdeta Dublin belirler.

Ulysses’te, sıradan insanların gündelik hayatlarının en ince ayrıntısına varıncaya kadar, görünen ve bilinçaltındaki durumları açık edilirken sıradanlıktan olağanüstülükler fark ettirilir, gündelik şeylerin şaşırtıcı yanları ortaya konur. Bu da iç monolog ve bilinç akışı tekniğiyle gerçekleştirilir. İnsan zihninin zenginlikleri örneklenir. Leopold Bloom, Stephan Dedalus üzerinden Dublin’in bilinçaltı deşifre edilirken sokak sokak, cadde cadde bir şehir epiği oluşturulur. Joyce, Dublin’in sesini dinlemiş, bilinçaltını deşmiş, ruhunu okumuş ve onu romanına yansıtmıştır. Kalıcı olmasının arkasındaysa duyulmayanları duyması, atlanılanları tespit etmesi ve hastalıklı yapının nedenlerini göstermesi vardır.

James Joyce Ulysses’te Homeros’un Odysseia’sından yola çıkarak “yolculuk” gibi tüm anlatıların en zengin temasına yaslanır. Bu, Dublin kentinin kalbine bir yolculuktur. Bu yolculukta Dublin’in hayali yerlerini değil gerçek yerlerin görünmeyen yönlerini, şehrin ruhsal yolculuğunu ele almıştır. Dublin’i bütün ayrıntılarıyla romanına yansıtmış, bu anlamda Dublin’in belli bir tarihteki konumunu ölümsüzleştirmek istemiştir. Şehrin sadece mimarisini değil, kokusunu, gizlediklerini, ruhunu anlatır. Hiçbir gezi kitabında bulunmayacak bir şehir anlatısıdır bu. Çünkü o şehrin psikolojisine, ahlaksal sapmalarına, düzenbazlıklarına ve atmosferine eğilmiştir. Kule’den başlayan şehir çözümlemeleri roman ilerledikçe bütün bir Dublin’i kuşatır.

James Joyce bir şehir üzerinden (mimarisiyle, ulaşım araçlarıyla, mevsimleriyle, insanlarıyla, yönelimleriyle, mağazalarıyla, bitkileriyle, sokaklarıyla, tarihiyle, efsaneleriyle…) çağının mükemmel bir şekilde anlatılabileceğine inanmıştır. Modern şehir, insanın zevklerini, yaşayışını, coşkunluklarını yansıtan doğal bir sahnedir. Bir yazarın asıl amacının kendi zamanındaki hayatı gerçekçi bir şekilde anlatmak, yansıtmak olduğunu düşünen Joyce, yaşadığı dönemin “şehrin egemenliğinin dönemi” olduğuna inanır ve bütün anlatmak istediklerini şehir üzerine bina eder.

Hem Joyce hem de Kafka modern insanın açmazlarını, çıkışsızlığını şehir üzerinden işler; ama bunları dile getiriş biçimleri faklıdır. Joyce Dublinlilerin sadece “ses”lerini dinletirken, Kafka şehrin insanlarının bilincindeki karmaşayı dillendirir. Joyce’nun kahramanları mekanik bir şekilde durmaksızın konuşurken, Kafka’nın kahramanları birden seslerini yitirirler. Joyce’un kahramanları konuşa konuşa silikleşirlerken, Kafka’da kahramanlar iç dünyalarına düşüp boğulurlar. Joyce onlara “konuş konuş” der, “konuş da bat.” Kafka da “eğil içine” der, “eğil de düş, kaybol.” Joyce çıkışsızlığı doğal bir olay gibi anlatırken, Kafka hafakanlarla anlatır. Ama vardıkları yer aynıdır. İkisi de şehri mahkûm ederken aslında kendi sürgünlüklerini belgelerler. Bu yüzden Joyce’un Dublin’i Kafka’nın Prag’ıdır bir bakıma: “Prag yakamı bırakmıyor, bu kentin pençeleri var.”

NECİP MAHFUZ VE KAHİRE

Necip Mahfuz da tıpkı andığımız büyük yazarlar gibi bir şehirle, Kahire ile âdeta özdeşleşmiştir. Paris, Londra, New York, Petersburg’tan sonra Kahire de dünya edebiyatına Necip Mahfuz aracılığıyla girmiştir. Necip Mahfuz’un romanlarıyla, “roman şehirler”e böylece Kahire de katılmıştır. O, bütün bir dünyaya Kahire’yi armağan etmiş, şehri ölümsüzleştirmiştir. Mahfuz tüm eserlerinde tarih ve siyasi görüşlerini, sanat algısını, dil arayışlarını Kahire üzerinden ifade eder. Bu anlamda onun eserlerinde şehrin toplumsal, kültürel, tarihsel yapısına ilişkin pek çok gönderme yer alır. Ama onun asıl ilgisi şehrin sosyolojik durumu, kültürel dokusu ve insanlarıyla birlikte oluşturduğu toplumsal yapıdır.

Necip Mahfuz sanki Kahire’de bir kahvehaneye oturmuş, nargilesini içerken, Kahire sokaklarına bakıyor ve insanların, mekânların, anıların çağrıştırdıklarıyla eserini kaleme alır gibidir. Kahire’de doğan, Kahire Üniversitesinde felsefe öğrenimi gören neredeyse bütün bir hayatı burada geçen Necip Mahfuz, romanlarında da hep Kahire’yi, onun insanlarını, tarihini, sosyolojisini ve psikolojisini anlatmıştır: “Ben köyde hiç yaşamadım. Kahire’de doğdum. Çocukluğum, gençliğim hep Kahire’de geçti. Üniversiteyi bitirdim, memuriyete atıldım. Kâtiplikten Kültür Bakanlığı müsteşarlığına kadar yükseldim; ama hep Kahire’de kaldım. Gerçi romanlarımda köy tipleri var ama hepsi Kahire köylüsüdür.” Mahfuz, Kahire’nin sımsıcak kenar mahallelerine eğilmiş, Fâtımîlerin, Memlûkların, Osmanlıların Kahire’sinden bugüne izler taşımıştır. Renk renk arabesk motifleriyle, İslâm uygarlığının yansımalarıyla, modern hayatın yeni sunumuyla kaynaşmış bir toplumu mekân, zaman, tarih üçgeninde yorumlamış, günümüze taşımıştır. Kadim “hikâye anlatıcıları”nın tahtında, zamanın dilini konuşan bir hikâye anlatıcısı olarak modern dilin imkânlarıyla bir evren yaratmıştır.

Kahire’nin sokakları, camileri, kahvehaneleri, piramitleri, yoksul mahalleleri, Nil Nehri eserlerine yansır. Kahire sokaklarındaki insan manzaraları en büyük ilgisi olur. Geçmiş ve şimdiki zamanın hükmünün birlikte sürdüğü Kahire’nin Medak Sokağı’nı ele alıp Fırıncı Hüsniye’nin, tatlıcı Kâmil Amca’nın, berber Abbas Halû Efendi’nin, şirket sahibi Selim Ülvan’ın, sokak güzeli Hamide’nin, Kahveci Kirşa’nın, Şeyh Derviş’in dünyasını belgeler. Bu sokaktaki tutkuları, yükselme hırslarını, aşkları, kuşak çatışmalarını gündeme getirir.

Necip Mahfuz eserlerinde Kahire insanlarının modernleşme macerasını izler. Sokaktakiler romanında, Kahire’deki hikâye anlatıcılığının sonunu gündeme getirir. Yirmi yıldır aynı kahvehanelerde hikâye anlatan âşık, sonunda kahvehane sahibi tarafından susturulur. Hikâye anlatıcısının karşısına modernizm, daha doğrusu radyo çıkar. Kahvehane sahibi gerekçesini açıklar: “Anlattığın bütün hikâyeleri biliyoruz, ezberledik artık, yeniden bir daha anlatmaya gerek yok ki! Hem bugünün insanları âşık, şair falan istemiyorlar; herkes bana radyo soruyor, işte şimdi radyoyu kurduruyorum. Bizi rahat bırak ve git.”

Kendinin de en sevdiğim romanlarım dediği ve Nobel almasının da önemli kaynaklarından olduğu bilinen başyapıtı Kahire Üçlemesi: Saray Gezisi, Şevk Sarayı, Şeker Sokağı onu dünyaya tanıtan eserler olmuştur. Bu üçlemesiyle Dickens, Balzac, Zola, Tolstoy, Thomas Mann’ın eserleriyle kıyaslanmıştır. Üçlemede 1917-1940 arası üç kuşak ailenin serüveni anlatılırken bir yandan da Mısır’ın bu dönemlerdeki tarihsel, sosyolojik, siyasi bir panoraması çıkarılır. Üçlemenin Émile Zola’nın gerçekliği yanında Thomas Mann’ın bir ailenin çöküşünü anlattığı Buddenbrooklar adlı romanı ile bağları sıkıdır. Birbirinin ardından gelen kuşakları anlatan bu üçleme, aslında tek kitap olarak düşünülür ama yayıncının ısrarıyla roman üçlemeye dönüşür.

Üçlemenin ilk kitabı Saray Gezisi’nde, Kahire’nin sokaklarından, evlerinden, okullarından insanlık durumları aktarılır. Şehrin esnafı, caddeleri romanda bir karakter olarak yer alır. İngiliz işgali, baskılar ve buna karşın halkın direnişi roman boyunca ana izlek olarak öne çıkar. Özellikle aile yaşantısı merkeze alınıp insan ilişkileri, toplumun yaşadığı, sosyolojik ve tarihsel değişimler aktarılır. Yasin, Kemal, Fehmi, Hatice, Ayşe, Emine, Ahmet’le birlikte bütün Kahire’nin yaşanan bu değişimden nasıl etkilendikleri adım adım işlenir.

TANPINAR VE İSTANBUL

Ahmet Hamdi Tanpınar, edebiyatımızın en kıymetli eserlerinden biri olan Beş Şehir’de, Ankara, Erzurum, Konya, Bursa, İstanbul üzerine derinlikli gözlemlerde bulunur. Bir şehri şehir yapan unsurları, tarihini, manevi dinamikleri emsalsiz bir dille aktarır. Bu şehir yazıları onun, eski-yeni, Doğu-Batı, birey-cemiyet anlayışını somutlaştırmasının bir yöntemi olur. Şarkın, toplumsal yaşayışı, medeniyet ve kültürü nasıl algıladığını şehirler üzerinden aktarır.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şehir algısını en iyi anlatan kitaplarından biri Huzur’dur. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanı onun bütün bu edebiyata, hayata, şehre bakışını özetler bir yapıdadır. Yaklaşan İkinci Dünya Savaşı, yoksulluk, genç Cumhuriyetin ikiye ayrılmış mazi ve gelecek çatışması yaşayan aydınları, Batı ve Doğu zihniyeti karşılaştırması, aşk, İstanbul, sanat tartışmaları, felsefi tartışmalar Mümtaz, Nuran, Suat, İhsan dörtgeninde gündeme gelir.

Ne var ki romanın ana karakteri İstanbul’dur ve romanın oturduğu zemin bir medeniyet tartışmasıdır. Eski ve yeni, mazi ve gelenek tartışmaları İstanbul üzerinden aktarılır. Görünür çatışma Mümtaz ve Nuran aşkı -imkânsız aşk- üzerine olsa da derinde Mümtaz karakterinde odaklaşan medeniyet tartışmasının yarattığı huzursuz ruhtur. Cenneti ve cehennemi, Doğu ve Batı’yı içinde taşıyan Mümtaz bu ruh acısıyla yaşamaktadır. Aşk olayının ortasına düşen Suat’ın intiharı imkânsız aşkın sadece mazereti olur. Suat ise Mümtaz’ın içine düştüğü girdabı ortaya çıkaran bir figürdür. Suat, vicdan, çiğ gerçeklik ya da şeytan rolü üstlenirken mustarip Mümtaz’ın öteki yüzüdür.

Roman, şehrin ruhuna inen, İstanbul’un kalbini ortaya koyan emsalsiz tasvirler, çağrışım ve göndermelerle doludur. Romandaki İstanbul gezintileri bir anlamda maziyle, geçmiş ve birikimle yüzleşme gibidir. Şehir yeni ve eskiyi aynı anda içinde barındırmakta, maziden kopmaya çalışan insanlara geçmişini hatırlatmaktadır: “Üsküdar gezintileri Nuran’a İstanbul’u tanımak hevesini vermişti. Ezici sıcağa rağmen birkaç gün üst üste İstanbul’a indiler. Eski saraydan başlayarak camileri, medreseleri, semt semt gezdiler.” Ama İstanbul yorgun, yoksul, yenik ve çöküş içindedir: “İstanbul’un bu semtleri bu ağustos gününde, pislikten, tozdan, sıcaktan bitaptı. Her yerde harabe çeşnisi, sıcağın arttırdığı bezginlik, bir yığın hasta ve yorgun çehre, fizyolojik çöküş göze çarpıyordu. Şehir ve içinde oturanlar, o kadar birbirlerine benziyorlardı.” İstanbul eşyalarla Batılılaşırken zihniyet de aynı yoldadır: “Evi döşerlerken Mümtaz İstanbul’a bir zaman ne kadar çok ecnebi eşyası geldiğini anladı. Hemen her koltukçu dükkânında her nevi üsluptan mobilya vardı. Mümtaz Nuran’la onların arasında dolaşırken İstanbul’da değişen zevk ve hayat standartlarını düşünüyordu. ‘Hiç şüphesiz kafamız da böyledir.’”

Huzur’da toplumsal değişim ve dönüşüm daha çok şehir üzerinden anlatılır. Ekonomisi, sosyolojisi ve fizyolojisiyle şehirdeki değişim ortaya konur. Aslında İstanbul, ülkedeki değişimi temsil eder: “İşte İstanbul. Daha dün bir yüksek müstehlikler şehriydi. Bütün yakın şark buraya akardı. O kadar ki, otuz senede bir şehir yanar ve köşkleri, konakları, yalılarıyla, çarşılarıyla, pazarlariyle âdeta yeni baştan, yapılırdı.” İstanbul tarihsel süreçte pek çok felaket yaşamış şimdi de yeni bir felaketin eşiğindedir: “‘Kaç muharebe ile bu hale geldik?’ Doksanüç Harbi’nden beri bir yığın felaket, İstanbul’un yarısını köylü mü, şehirli mi olduğu bilinmeyen, fakirlikten, ihtiyaçtan başka, belli bir kategoriye girmeyen bu cins insanlarla doldurmuştu. ‘Şimdi sıra Avrupa’nın’, diye düşündü. Tabii tek muharebede olmayacaktı bu.”

Romanın kahramanlarından Mümtaz devrimlerin insanlardan neler götürüp neler getirdiğini şöyle izah eder: “Bak, kaç gündür İstanbul’da Üsküdar’da geziyoruz; sen Süleymaniye’de doğmuşsun, ben Aksaray’la Şehzade arasında küçük bir mahallede doğdum. Hepsinin insanlarını, içinde yaşadıkları şartları biliyoruz. Hepsi bir medeniyet çöküntüsünün yetimleridir. Bu insanlara yeni hayat şekilleri hazırlamadan evvel, onlara hayata tahammül etmek kudretini veren eskilerini bozmak neye yarar. Büyük ihtilaller bunu çok tecrübe etti. Netice olarak insanı çıplak bırakmaktan başka bir şeye yaramadı.”

Edebiyat yoğun olarak kenti ele almış, kentin tarihini, sosyal hayatta meydana getirdiği değişimleri, bireydeki karşılığını gündeme getirmiştir. Bireylerin gittikleri şehrin mekânları, dolaştıkları sokaklar, caddeler, kişinin kaderiyle, arzuları ve yenilgileriyle örtüşür yeni bir anlatım imkânına dönüşür.

#Londra
#Paris
#Petersburg
#Dublin
#Berlin
#Prag
#New York
#Kahire
#İstanbul
#Balzac
#Charles Dickens
#James Joyce
#Ahmet Hamdi Tanpınar
2 yıl önce