|

Suriye’yi anlatmak hepimizi iyileştirecek

Suriye Savaşı’na dair son derece etkileyeci bir hikâye sunan “Flaşbellek” gelecek hafta vizyona giriyor. Filmin yönetmeni Derviş Zaim, “Suriye’de yaşananların hikâyesinin anlatılmasının da o acıları yaşayanları ve bunlara şahit olan bizleri iyileştireceğini düşünüyorum” diyor.

Merve Akbaş
01:00 - 3/04/2022 Pazar
Güncelleme: 03:09 - 1/04/2022 Cuma
Yeni Şafak
Derviş Zaim
Derviş Zaim
Derviş Zaim’in yeni filmi “Flaşbellek” gelecek hafta seyirciyle buluşuyor. Zaim “Flaşbellek”te Suriye Savaşı’nı ahlaki bir sorgulamanın eşiğinde olan karakterler üzerinden anlatıyor. Bir saldırı sonucu konuşma yeteneğini kaybeden rejim askeri Ahmet (Saleh Bakri) ve eşi Leyla (Sara El Debuch) muhaliflere yapılmış işkencelerin fotoğraflarıyla Türkiye’ye geçmeye çalışırlar. Ancak bu yolculuk çok da kolay olmayacaktır. Binbir Gece Masalları’yla başlayan yolculuk savaşı tüm yönleriyle seyircisine anlatıyor. Etkileyiciliğini de buradan alıyor. Film hakkında konuştuğumuz Zaim, “İnsanın kendi hikâyesini anlatmasının iyileştirici bir tarafı vardır. Suriye’de yaşananların hikâyesinin anlatılmasının da o acıları yaşayanları ve bunlara şahit olan bizleri iyileştireceğini düşünüyorum” diyor.
- “Flaşbellek” aklımıza direk savaşın ilk yıllarında Sezar kod adıyla uluslararası medyaya işkence görmüş muhaliflerin fotoğraflarını veren tanık geldi. Ancak bu sadece bir öğe. Onlarca hikâyenin iç içe geçtiğini görüyoruz filmde. O halde şuradan başlayalım: Bu filmin hikâyesi nasıl ortaya çıktı?
  • Söyleyeceğim ilk sözcük “duygu.” Orada yaşananlar bende rahatsızlık uyandırıyordu ve akan kanı durdurmak için bir şeyler yapılması gerektiğini düşünüyor, masum insanların ölmesi karşısında kendimi kötü hissediyordum. Film yapmaya beni iten ilk şeyin oradaki şiddete karşı insanî bir hikâye yaratmak gibi bir motivasyondan kaynaklandığını, duygunun temel olduğunu söyleyebilirim. Sonra araştırmaya, okumaya, konuşmaya, ziyaret etmeye başladım. Çok farklı görüşten çeşitli yazarları okudum. Çok değişik insanlarla görüştüm. İstanbul, Kilis, Antep, Adana gibi şehirlerdeki Suriyelilerle görüştüm, mekân aradım. Hikâye bunların sonucunda ortaya çıktı. Sezar esin kaynaklarından biri ama film Sezar’ın filmi değil. Gereksiz tartışmaları tetiklememek için bunu yaptım. Gerçek Sezar’ın hikâyesiyle ilgili tartışmalar da devam ediyor, bunun farkındaydım. Dolayısıyla ben tamamıyla kurmacanın alanında kalmayı tercih ettim. Filmde Sezar’a atıf yok, mesela ‘gerçek bir hikayeden esinlenilmiştir’ ibaresi yok. Soruda özel olarak sorduğunuz için Sezar ismi şu anda gündeme geldi. Yoksa adı bilinmeyen başka insanların başından geçen hikâyeler de en az Sezar’ın muhtemel hikâyesi kadar bu kurmacanın içinde yer aldı, onun yapısını etkiledi.
- Film bize yardıma muhtaç değil, kaderini kendi çizmeye çalışan bir halkı gösteriyor. Bu bağlamda siz filmde neler anlatmak istediniz?

“Hikâyeni anlatabildiğin zaman varsın” diyor film. Daha da önemlisi kendine ait hikâyeyi ortaya çıkardığın, inşa ettiğin ölçüde varsın, diyor. Hikâye bu fikir ve duygunun üzerine oturuyor ve temel çok daha önemli bir yere götürüyor bizi: Binbir Gece Masalları’na. Bu film Binbir Gece Masalları’nın yapısından etkilenmiştir. O hikâyede de Şehrazat var olmasını hikâye anlatmasına borçludur. Hikâye anlatmadığı zaman öldürülecektir. Benim kahramanım da aynı Şehrazat karakterinde olduğu gibi hikâyesini anlatmak için çırpınır. Filmin içerisinde olayların tonu, üst üste yığılması, birbirlerinin içinden neşet etmeleri gibi unsurlar sayesinde Binbir Gece Masalları’na benzerlikler, göndermeler epey var.

- Hikâye anlatmak bizi, yaralı olanları iyileştirir mi?
  • İnsanın kendi hikâyesini anlatmasının iyileştirici bir tarafı vardır. Suriye’de yaşananların hikâyesinin anlatılmasının da o acıları yaşayanları ve bunlara şahit olan bizleri iyileştireceğini düşünüyorum. Hikâyeler çok daha derinlerde mitlerle ve menkıbelerle buluşabilirler. Ve insanlığın çağlardan beri düşündüğü sorulara ilişkin yeni sorular sorarlar, bazen çözümler üretirler. Hikâyeler böylesi tartışmaların kabı, aracıdır. Ben de hikâye anlatırken bu anlamda mitleri ve menkıbeleri kullanmaya gayret ediyorum. Ahmet'in Flaşbellek filmindeki meseleleri, yani ‘anlatmaya devam etmek, yaşama tutkuyla bağlanmak, hayatı savunmak’ gibi içgüdüler mitlerden yararlanma çerçevesinde değerlendirmek mümkündür. Binbir Gece Masalları da benim bu filmde gelenekle olan bağımı oluşturuyor, bu kez Ortadoğu ve Arap geleneğiyle olan bağımı kurmama yardım ediyor. Elbette örtük biçimde.
- Binbir Gece Masalları’nı seçmenizin bir nedeni var mıydı?

Binbir Gece Masalları’nın benim filmografimdeki bu eserde yer alması doğal çünkü film Arap dünyasıyla ilgili bir hikâyeydi. Dolayısıyla Arap kültürünün köşe taşlarından birini örtük olarak ele almayı uygun gördüm. Çoğu izleyici ‘Flaşbellek daha önceki Derviş Zaim filmlerine hiç benzemiyor’ diye şaşırdı. Aslında o izleyicilerin bulmayı umut ettikleri şeylerden birisi, mesela gelenekle ilintili olan taraf bu anlamda Flaşbellek’te devam ediyor. Vicdan sorunu, hakikat arayışı da keza var. Ayrıca şunu belirteyim: Yaptığım filmlerin birbirinden farklı görünmesi, ayrı durması beni mutlu eder.

- Başrol oyuncunuz Saleh Bakri uluslararası çapta tanınan bir isim. Ancak zor bir rolü vardı, konuşamayan bir adamı canlandırıyordu. Siz bu konuşamama hali üzerinde neden durdunuz?

Aslında konuşamama meselesi benim daha önceki filmlerimde, mesela Çamur’da da vardır. Ama burada kendi hikâyesini, derdini anlatamayan, anlatabilmek için ABD başkanı Obama’nın cep telefonuna kayıtlı olan otomatik sesine ihtiyaç duyan Orta Doğulu karakter ironisi yaratmak istedim. Arap toplumlarının, Orta Doğu toplumlarının kaderlerinde konuşmak, anlatabilmek, muhatabını bulmak, muhatabına sesini duyurmak diye sıralanabilenecek bir sorun var sanırım. Kendi seslerini yaratamıyorlar, onların adına konuşacak birine ihtiyaç duyabiliyorlar. Tavır, “Ben değil, benim yerime abim konuşsun, büyüğüm konuşsun” anlayışıdır. Benim karakterim konuşamıyor ama hikâyesini anlatmak için çırpınıyor.

- Peki Suriye’de bir derdini anlatamama problemi mi var veya vardı?
  • Buna indirgemek istemem ama önemli boyutlarından bir tanesi olduğunu söyleyebilirim. Suriye Savaşı’nın dışında İran-Irak Savaşı’nda, Halepçe Katliamı’nda mağdur olan insanların meselesi, genelleştirerek ifade edecek olursam, kendi hikâyelerinin aktörleri, özneleri değil, çoğunlukla subjeleri olmalarıydı. Özellikle Ortadoğu insanları sinema ve hikâyelerde kendi kaderleri üzerinde bir şeyler yapabilme kapasitesi olmayan muhtaç, aciz, mağdur insanlar olarak yazılıp çizildiler. Ben tam aksine mağdur olmasına rağmen kendi hikâyesini kurmak için çalışan, didinen insanlar yaratmanın üzerine gittim. Bu tip karakter yaratmanın özgürleştirici bir tarafı olduğunu düşünüyorum. Yani, sen önce kendi hikâyeni anlatmaya muktedir ol. Kendi sesini bul. Derdini anlatmak için Obama’nın sesine muhtaç olma. Eğer böyle yaparsan muradın her ne ise, bir ihtimal, zamanla, çaban ve şartlar ölçüsünde gerçekleşebilir.

Savaş deneyimi olan bir yönetmenim

- Zor bir film var karşımızda. Suriye’deki salt gerçekleri gören insanları da etkileyecek... Belki de savaşın ilk yıllarına bugün daha uzaktan bakabildiğimiz için, ilk şoku atlattığımız için bizi derinden sarsıyor. Diğer yandan farklı gruplardan insanları farklı yönleriyle görüyoruz. Peki sizce bu etkileyiciliğin temelinde ne var?

Buna neden olan dramatizasyonun ve duygunun gücü olabilir. Ayrıca film, karşıt olduğu insanlara da insanî olarak yaklaşmayı öngörüyor. Böylesi bir çoğulluğu sağlamak ilkelerimizden biriydi. Yani bir kahramanın sürükleyici yolculuğu etrafında ülkenin içinde bulunduğu durumun panoramasını çizmeyi amaçlıyorduk. Ama bunu yaparken de kimseyi tam bir şeytan haline getirmemeye çalışıcaktık. Çünkü en büyük kötülüğün içerisinde de bir iyilik olma ihtimali var ve bu ihtimal bizi insan yapan şeylerin başında geliyor. Hayatta siyahlar ya da beyazlar değil, griler olduğuna inanıyorum. Dolayısıyla derinleşebilme bakımından filmde de saf iyi veya saf kötüler değil, siyahlar ya da beyazlar değil, griler olmasına dikkat ettim. Çünkü bu filmi daha hakikatli, derin ve dürüst hale getirecekti. Hikâye anlatma dediğimiz şey de aslında bunu yapar ve mitler, menkıbeler bize bunu söylerler. Mesela, rejime karşı pek olumlu duygular içerisinde olmamama rağmen rejimin için çalışan insanların da kendilerini anlatmasına izin verdik. İnsanî taraflarının bulunabileceğini hesaba kattık. Zaten bir filmi bir bilimsel tezden, gazete yazısından, TV yorumundan ayıran en önemli, olumlu ve değerli şeylerden birisi budur. Zor olan ana kahramanın hikâyesi üzerinden giderek bu denli ayrı hikâyeyi, kahramanı, sesi, durumu bir filmin iki saatlik süresi içinde bir araya getirebilmek ve sürükleyici bir hikâye yaratmaktı. Bir doktora tezine savrulmamak, vaaz vermemekti. Suriye savaşında yaşananları temsil edebilme kapasitesinin yüksekliği, muhtemelen, “Flaşbellek”i Suriye hakkında çekilmiş diğer filmlerden ayırabilir. Filmi Arap oyuncularla, Suriye’li veya Suriye deneyiminden geçmiş Arap insanların da yer aldığı Türkiyeli bir grupla, ama Yunanlı bir görüntü yönetmeninin bulunduğu bir ekiple çektim. İnsanlara, olgulara ve durumlara soğukkanlı ve mesafe alarak yaklaşma ana prensibimdi. Yazarken, hazırlıkta, çekimde, aylarca süren çekim sonrasında hep buna dikkat ettik. Geçmişte savaş deneyimi yaşamış, Arap kökenli olmayan bir yönetmen olmamın da anlatımı sağlarken olaylara mesafe almamı olumlu manada kolaylaştırabildiğini zannediyorum.

#Derviş Zaim
#Flaşbellek
#Suriye
#Saleh Bakri
#Sara El Debuch
2 yıl önce