modernleşmesinin en önemli çelişkilerinden birisi meşruiyyet zemini olarak kullanılan temel kavramsal çerçeve ile muhatap kitle arasındaki uyumsuzluktur. Bu modernleşme sürecinin iki önemli kavşağı olan Tanzimat ve Cumhuriyet bu anlamda çarpıcı bir zıtlığı yansıtmaktadır.
"İşbu kavânîn-i Şer'iyye mücerred dîn-ü devlet ve mülk-ü milleti ihya içün vaz'olunacak olduğundan" denilerek "Hırka-i Şerife odasında cemî-i ulemâ ve vükelâ hazır oldukları halde kasem-billah" yürürlüğe giren Tanzimat, halkın önemli bir kesimi gayrimüslim olan bir tebanın özellikle gayrimüslim kanadının menfaatlerini gözeten bir reform hareketini Şeriat ile tecviz etme çelişkisini kendi içinde barındırıyordu. "Tebaa-i Saltanat-ı Seniyemizden olan ehl-i İslam ve millet-i şâire" arasındaki hassas denge, o dönem reform hareketlerinin Şeriatla birlikte ikinci önemli meşruiyyet kaynağının oluşturuyordu. Şeriat formel hukuk meşruiyyetini, millet-i sâire'nin varlığı sosyo-politik ve uluslararası meşruiyyet zeminini oluşturuyordu. Mademki ülkede önemli bir millet-i saire mevcuttu, yeni ve herkes için geçerli din-dışı bir hukuk alanı oluşmalıydı.
Tanzimat'tan Cumhuriyet'e batılılaşmaya yönelik bir çok seküler reform çabası gerekçesini gayrimüslim unsura dayandırmıştı. Tanzimat ve Islahat fermanları, Meşrutiyet hareketleri hep gayrimüslim unsurların haklarını gözeten bir laikleşmeyi Şeriat retoriği içinde meşru kılma çelişkisini sürdürdü.
Cumhuriyet dönemi batılılaşma hareketleri ise ayni mantık içinde ama farklı bir çelişkiyi kendi içinde barındırdı. Bu dönemdeki batılılaşma ve laikleşme çabalarının en önemli meşruiyyet zaafı millet-i sâire'nin yanı gayrimüslim unsurların ülke nüfusu içindeki oranının yüzde bir nisbetinin altına düşmesidir. Savaşlar ve nüfus mübadeleleri sonucunda halkın nüfusunun yüzde doksan dokuzunun ehl-i islam hale gelmiş olması batılılaşma ve laikleşme çabaları çerçevesinde dinin sosyo-politik alandan çekilmesi sürecinin en önemli meşruiyyet kaynağını yok etmiştir.
Böylece Cumhuriyet dönemi batılılaşma çabaları, nüfusunun önemli kısmı gayrimüslim olan bir ülkede Şeriatı ihya ve ikame etmek iddiasındaki Tanzimat uygulamasının aksine, halkın yüzde doksan dokuzu ehl-i İslam olan bir millete dogmatik bir laikliği uygulama çelişkisini kendi içinde barındırmıştır. Devletin değişmez ilkeleri arasında yer alan laiklik meşruiyyet zemini olarak Tanzimat döneminin Şeriat retoriğinin yerini alırken, Anıtkabir törenlerinde vurgulanan bağlılık yeminleri Hırka-I Şerife odasındaki kasem-billahları ikame etmiştir. Bu anlamda Şer'-i Şerife ile meşru kılınan Tanzimat modernleşmesi ile değişmez laiklik ilkesi ile meşru kılınan Cumhuriyet modernleşmesi arasında çelişkili bir süreklilik vardır.
Bu süreklilik içinde eksik olan yegane unsur Cumhuriyet döneminde halkın yüzde doksan dokuz nisbetinde ehl-i islam olması ile birlikte yok olan millet-i sâire'nin sağladığı meşruiyyet zeminidir. Son zamanlarda Alevilerin bir dini azınlık gibi gösterilmesi aslında böylesi bir eksikliği giderme çabasıdır, islami unsurları sosyal hayattan tümüyle dışlayan dogmatik laiklik, ancak ve ancak bir dini azınlık olması halinde, toplumsal bütünlük açısından, kaçınılmaz bir zorunluluk gibi gösterilebilir. Başları dik tutulması gereken bir dini azınlığın varlığı çoğunluğun dini taleplerinin önüne geçilmesi için uygun bir mazeret olacaktır.
Bu yaklaşımla Alevilere Tanzimat döneminin millet-i sairesi rolü verilmek istenmektedir. Bu mantığa göre, mademki bir millet-i saire vardır, ehl-i islam'ın taleplerini bu millet-i saire namına denetim altında tutacak dogmatik bir laiklik ülke birliği için kaçınılmazdır. Alevileri başı dik olmaya çağıran Cumhurbaşkanı da, bu kitleye din eğitimini dışlayan sekiz yıllık kesintisiz eğitimi bir hediye olarak sunduğunu söyleyen Başbakan da bu mantığı yürütmektedirler.
Alevilere böylesi bir dini azınlık mantığı ile yaklaşmak kısa dönemde dogmatik laikliğe meşruiyyet zemini sağlasa bile, uzun dönemde toplumsal bütünlüğü dinamitleyecek ölçekte bir tehlike arzetmektedir. Tanzimatla birlikte vatandaşlık kimliğini aşan kimliklerle haklar elde eden gayrimüslim unsurlar ile Müslüman unsurlar arasındaki tırmanan çelişkilerin büyük bir imparatorluğu çözülme süreci ile karşı karşıya bıraktığı unutulmamalıdır. Kürtlere karşı ortak İslam kimliğini, Alevilere karşı ise dogmatik laiklik uygulamalarını öne sürmek kendi içinde çelişkili bir tutumdur ve uzun süreli bir çözüm olarak gündemde kalamaz.
Aleviliği materyalist ve panteist unsurların kesiştiği yeni bir din gibi takdim ederek Aleviler ile Sünnileri kategorik ayrıma tabi tutan bir yaklaşımı benimsemek tarihi olarak da, kültürel olarak da, siyasi olarak da doğru değildir, istiklal Savaşı'na katılımı sağlayan cihad fetvalarının sadece ülke içindeki Alevileri değil, Hindistan'daki ismaili Alevileri dahi harekete geçirmiş olduğu unutulmamalıdır. Bu ülkenin istiklali de, bütünlüğü de medeniyet kimliği de İslami unsurlardan bağımsız olarak düşünülemez.