|
Taze sıkılmış insan canı

“Sanki her şey gözümün önünde tarumar oluyor, bense yerimden bile kıpırdayamıyorum” dedi canı sıkkın, hali o sıkıntıdan bıkkın olan. “Belki durduğun yeri değil, baktığın yeri değiştirmelisin” dedi canının sıkıntısıyla can ciğer olan.

Kıyıda durduğu halde gözleriyle sele kapılmış canlar gibiyiz. Malum ki sel, hakikatiyle bağı zayıf olan her şeyi çer çöp kılar, önüne katar götürür. Bu manzaraya dalıp ayağını toprağa bastığını unutursan, senin hissiyatın da o çer çöple birlikte sürüklenir gider. Belki kişiye gereken şu manayı hatırda tutmaktır: Sel suyun tabii hali değil, afetidir. Ondan önce nice asır dal ağacında, taş toprağında, çer çöp kendi hayatiyetinin memur kıldığı yerdedir. Sel bu ayarı bozar, değiştirir. Gözünü dikip dünya seline kapılma, sürüklenirsin. Hakikati aklında tut ki, toprak zeminin olsun, seni de hakikatinde tutup kavi kılsın.

“Kendi kalbine bakamayanın yaşamı bulanıktır; kendi yüreğine bakabilme cesareti gösterenler gönlünün muradını keşfedenlerdir, dışarıya bakan rüya görür, hayal dünyasında kaybolur; içeriye bakan uyanır, kendini keşfeder” diyor Carl Gustav Jung.

Akıp gidene, kopup sürüklenene, yakınımızdayken uzaklaşana, ellerimizdeyken kayıp yiten, tazelikle güzelken eskiyip örselenene, doğru gibiyken yalana dönüşüverene meftun ediyoruz nice zamandır kendimizi. O kadar çok paha biçilmez vakti, böylesi bir seraba inanarak bozdurup harcadık ki, artık meftun olduğumuz o yalana mecbur da kalıyoruz bir nevi. Uyanmak, mahmur da olsa bir gönül icap ettirdiğinden silkinip uyanmaya bir yol da bulamıyoruz. Aslında o yol, her kapımızı çaldığında yüzgeri etmesek, can sıkıntımızın içinde gizli...

Bir an gelip dünyayla oynaşmaktan kopuverdiğini, tedbir filan dinlemeyip neden sıkıntının derin kuyularına düşüverdiğini soruverelim hele canımıza. Niye sıkılıyor böyle koca koca dağlar üstüne yıkılmış gibi, bir soralım hele canımıza. Cânânından uzak düştüğü içindir belki! Cânânından ırağa düşen, hakikatinden de uzağa düştüğü içindir belki! Ne ki cânân? Nerededir ki canın cânânı? Bu kadar çok bilmezken, sormayı hiç akıl edemediğimizdendir belki!

Can suyu ile beslenen gümrah topraktır bir kır çiçeğinin öz vatanı. Öz vatanından, can bulduğu, hayat bulduğu, hakikatini aldığı o gümrah topraktan koparılmış bir kır çiçeği solgunlaşır, sararır ve kuruyup gider nihayetinde. Bilir misiniz, öylece kuruyup giderken, ne görür rüyasında o garip kır çiçeği?

Bir de şunu düşünün; ses sustuğunda söyleyeceği bitmeyen dil ne hisseder?

Mesnevî-i Şerif’inde, hakikati ıskalayan hissin beyhudeliğine, şavkı bugünümüze erişen bir kandil uyandırıyor Hazreti Mevlâna: “Dünyaya aşık olan, duvardaki güneşin ışığının nereden geldiğini araştırmayıp duvara aşık olan gibidir”

İnsan için hayatın başladığı yerde canı kavrayıp sıkan dert, hakikati bulmaktı. Şimdilerde, canını sıkacak her şeyden kaçmanın yollarını arıyor insan. Varlık derdinden kaçanın, şaşırmamak lazım ki, bir hakikati olmayacaktır. Bu yanlış istikamete doğru şuursuzca koşarak, cana şifa olacak bir hakikate erişmeye ne imkan, ne ihtimal var. Ters istikamete doğru koşarak menziline varan olmuş mu hiç bugüne kadar?

“Canın içine sığıyorsa” dedi meczup, “bil ki can kuşun uçmayı unutmuştur!”

#Mevlâna
#Mesnevî-i Şerif
#Carl Gustav Jung
2 yıl önce
Taze sıkılmış insan canı
İslâm’sız İslâm: Çağdaş hurafeler çöplüğü
Millet Kütüphanesi ve Diyarbakırlı Ali Emiri Efendi
Hocam Türkiye"ye dön artık
Hadislerde metin tenkidi nedir, ne değildir?
“Almanlar et başında”