|
Kur"an ve Ramazan (1)

Kur''an''da Ramazan ayından söz eden Bakara suresinin 185. ayeti, biri diğerinin sebebi olan iç içe geçmiş unsurlardan oluşur. Buna göre:

1. Ramazan''ın sebebi Kur''an''dır.

2. Kur''an''ın sebebi hidayet, yani rehberliktir; hem de bütün bir insanlığa.

3. Hidayetin sebebi “beyyinât” ve “furkân”dır. Hidayet ancak bunlarla gerçekleşir.

Beyyinât, “hakikatin, savunulan tezi isbatlamaya yeterli olan apaçık belgeleri” anlamına gelir. Furkan ise “hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan, adaleti zulümden, iyiyi kötüden seçip ayırma niteliği ya da yeteneği” anlamına gelir.

Kur''an''ın rehberliği ancak beyyinat ve furkan ile gerçekleşir. Bunların birincisi olan beyyinat Kur''an''ın kendisinde olup karşısındakine sunduğu, ikincisi olan furkan ise muhatabında inşa ettiği bir niteliktir. Ancak Kur''an''ın inşa ettiği bir tasavvur ve akıl “furkan” olma vasfını elde eder. Böyle bir tasavvur ve akılla bakan bir göz ancak beyyinat''ın delalet ettiği hakikatlare yerli yerinde görür ve kavrar.

Fakat bunun ilk ve olmazsa olmaz şartı Kur''an''a inşa edici bir özne olarak yaklaşılmasıdır. Uygulama maalesef bunun tersini ortaya koymuş, Kur''an''a nesne muamelesi yapılmıştır. Vahyin inşa edici bir özne olmaktan çıkarılıp ''kutsal nesne'' haline getirilmesi üç aşamada gerçekleşmiştir:

Birinci aşama: Lafız mânâ ve maksattan oluşan vahyin makro ayağı olan “maksat” ihmal edilerek, vahiy lafız ve manaya indirgenmiştir. Oysa lafız ve mânânın hakemi maksat idi. Hakem dışlanınca, ilahi vahyin muradını anlamak güçleşti. Yalnız lafız ve manaya dayanarak anlama çabaları, bir takım anlama sorunlarına kapı açtı. Maksadı göz ardı edilen vahyin, inşa edici bir özne olmaktan çıkarılması doğaldı. Çünkü inşa edicilik doğrudan vahyin maksadıyla alakalıydı.

İkinci aşama: Lafız ve manaya indirgenen vahyi anlama işi, bu kez ikinci ayağından da mahrum kalarak sadece lafza indirgendi. Bu, yukarıdaki şekilde başlayan sürecin doğal sonucuydu. Bu sonuç ise, anlamın kendi kendini üretmesine engel oldu. Vahyin muhatapları vahiyle diyalog kurmak, onu diyalojik bir tasavvurla “okumak” yerine onu “tilavet” ettiler. Bu aslında, anlamın yokluğundan doğan açığı, lafızla kapatmak demekti.

Üçüncü aşama: Vahiy sadece lafza indirgenince, Kur''an da sadece “mushaf''a indirgendi. O artık inşa eden bir özne değildi. Çünkü o muhataplarını değil, muhatapları onu ''yüceltiyorlardı.'' Oysa ki vahiy kendiliğinden yüceydi ve onun insan tarafından yüceltilmeye değil, anlaşılmaya ve yaşanmaya ihtiyacı vardı. Vahyi nesneleştiren muhataplar, onu nesneleştirmenin bedelini “ yücelterek” ödeme çabası içine girdiler. Bu adeta vahye verilmiş bir “süs payı”na dönüştü. O muhataplarının hayatından bir şeyleri imha edip yeni bir şeyler inşa etmeyecek, muhatapları da vahyi ne kadar becerebilirlerse o kadar yükseğe kaldıracaklardı.

Yeri gelmişken belirteyim: Son yıllardaki “Kur''an okuma ve anlama” çabaları, ne yazık ki yukarıda aktardığım süreci tersine çevirememiştir. Hatta klasik dönemlerdeki bu sürecin tam ters dönmüş modern bir versiyonu haline gelmiştir. Çünkü bu çabaların temelinde vahiyle inşa olmaktan daha çok, Kur''an kültürüne sahip olma, entelektüel kapasiteyi artırma, beyin fırtınaları estirme ve zihin egzersizleri yapma arzusu yer alıyordu. Sonuçta modern tasavvurla klasik tasavvur aynı gözede, vahyi nesneleştirme gözesinde buluşmuşlardır.

Bu süreçte vahyin yönü yüz seksen derece değişmişti. İnşa edici olarak vahiy yukarıdan aşağı inen bir hitab iken, özneleşen vahiy aşağıdan yukarıya ruh taşıyan bir “uçan halı” haline getirilmişti.

Kur''an algısında meydana gelen bu tarihi kırılma, özetle şöyle gerçekleşti:

Anlam hayatın içinde ''üretilemeyince'' form tüketildi. Tüketilen form inşa edici özelliğini yitirmeye başladı. Buradan sonra tüketenlerin kimliğine göre ikiye ayırmak gerekiyor:

Birinci hissi nesneleştirme...

İkincisi aklî nesneleştirme...

Hissi nesneleştirme hepimizin malumu: Anlam tükenince form yüceltilir. Yüceltilen form, makulün değil mahsusun konusu haline gelir. Mahsusun konusu olan kutsal bir form ise, anlaşılmaz tilavet edilir, yaşanmaz fetişleştirilir.

Akli nesneleştirme ise, malum olmanın ötesinde bizim neslimizce “bittecribe sabit” olan bir algı türü: Mahsusun karşısında yer almıyor, çünkü “makul”değil, sadece “akılcı”. Diğerinin tam karşısında yer alıyor, dengesizliğin karşı kutbunda yani. Asıl zaafı, vahyi kişiliğini inşa edici bir özneye dönüştürememek. Çünkü, algı biçimi yanlış. Tıpkı hissi algıda olduğu gibi, bu algının yanmışı da nesneleştirme. Tek fark var, o da “hissi” değil “akli” olması.

Vahyin nesneleştirilme hikayesi, yolcunun rehbersiz kalmak hikayesidir. Ve bu hikaye bir yazıya sığmayacak kadar uzundur.

15 yıl önce
Kur"an ve Ramazan (1)
Efendimiz’in (sav) Zekatı-1
Milyonlar milyarlar havada uçuşuyor
Sandık başına giderken…
Operadaki Hayalet’in “kehaneti” gerçekleşirse…
Ayasofya’yı açan adama vefa zamanı