Demlikteki içemediğimiz çay...

00:008/12/2011, Perşembe
G: 5/09/2019, Perşembe
Osman Özsoy

Her birimizin, kimi zaman sabah acele ile çıkmamız gerektiğinde, hızlıca bir şeyler atıştırıp kendimizi apar topar evden dışarı attığımız zamanlar çok olmuştur.Hele o sırada bir bardak çayı bile içecek kadar zamanımız yoksa, çaydan aldığımız bir kaç yudumun damağımızda müthiş bir haz bıraktığını çoğu defa tecrübe etmişizdir.Bu durum insanda öyle bir etki yapar ki, o güne kadar içtiğimiz en lezzetli çaylardan biri olduğu hissine kapılırız. Vaktimiz olsa, demlikteki çayın tadını çıkara çıkara nasıl

Her birimizin, kimi zaman sabah acele ile çıkmamız gerektiğinde, hızlıca bir şeyler atıştırıp kendimizi apar topar evden dışarı attığımız zamanlar çok olmuştur.

Hele o sırada bir bardak çayı bile içecek kadar zamanımız yoksa, çaydan aldığımız bir kaç yudumun damağımızda müthiş bir haz bıraktığını çoğu defa tecrübe etmişizdir.

Bu durum insanda öyle bir etki yapar ki, o güne kadar içtiğimiz en lezzetli çaylardan biri olduğu hissine kapılırız. Vaktimiz olsa, demlikteki çayın tadını çıkara çıkara nasıl da içerdik gibi bir düşünce içine girdiğimiz olur.

Aslında tüm ayrılıklar böyledir...

Sürekli beraber olduğumuz sevdiğimiz insanların yanından herhangi bir nedenle kısa süreliğine de olsa ayrılmak gerektiğinde, kapıdan çıkarken son bir sarılış, son bir dokunuş, son bir bakış ruhumuzda farklı esintiler oluşturur.

Hayata dair tüm lezzetler sanki bir yudum çaya, kısa bir dokunuşa, son bir bakışa odaklanmış gibi duygu yoğunluğu içine girdiğimiz olur. O anlar hiç bitmesin isteriz.

Fakat tam da o sırada mesela bir telefon gelip evden apar topar çıkmamızı gerektirecek durum ortadan kalkacak olsa, kahvaltı masasına geri döndüğümüzde belki de az önceki hazzı aynıyla alamadığımız olur. Yaşam birden yeniden rutine döner

Hayatın akışı çoğu defa zamanı geri sarmaya matuf keşkeler üzerine kuruludur. Fakat varlığın kıymetini bilme durumu, maalesef yokluğuyla eşdeğer bir anlam bütünlüğü içinde karşımıza çıkıyor. Bir şeyin kıymetini ancak yitirdiğimizde anlama gibi zayıf yanlarımız var.

Bu yazıyı, gelin hayatı ıskalamayalım, ''o anlar''ın tadını çıkarmayı ihmal etmeyelim, sevdiklerimizin daima farkına varalım düşüncesine bir katkı olsun diye kaleme aldık.

Hayatı ıskalamamak gerektiğine dair en etkili örneklerden biri, Amerika''da yapılan bir
ile ortaya
.

Tarih, 12 Ocak 2007...

Yer, Washington''da bulunan L''Enfant Plaza metro istasyonu...

Soğuk bir kış gününün sabahında ortayaşlı bir adam kemanla 45 dakika boyunca altı Bach eseri çalar. Bu süre içinde, çoğu işe yetişme telaşındaki 1097 kişi kemancının önünden geçip gider.

Çaldığı 45 dakika boyunca sadece 7 kişi çok kısa bir süre durur. 20 kişi duraklamadan, yürümeye devam ederek, para verir. Kemancı çaldığı süre içinde 32 dolar toplar. Çalmayı bitirdiğinde ise istasyonda sessizlik hâkim olur ve kimse onun durduğunu fark etmez, alkışlamaz.

Hiç kimse onun dünyanın en iyi kemancısı
olduğunu ve elindeki 3,5 milyon dolarlık kemanla, yazılmış en karmaşık eserleri çaldığını anlamaz.

Oysa Joshua Bell''in metrodaki bu mini konserinden iki gün önce Boston''da verdiği konser biletleri ortalama 100 dolara satılmış ve salon onu dinlemek isteyenler tarafından tıklım tıklım doldurulmuştu.

Joshua Bell''in öylesine bir kılıkla metroda keman çalması, Washington Post gazetesi tarafından "algılama, keyif alma ve öncelikler" üzerine yapılan bir sosyal deney gereği kurgulanmıştır. Sorgulanan şeyler; sıradan bir yerde, uygunsuz bir saatte güzelliği algılayabiliyor muyuz? Durup ondan keyif alabiliyor muyuz? Beklenmedik bir ortamda, bir yeteneği tanıyabiliyor muyuz? gibi başlıklardan oluşmaktadır. (Videosunu bu linkten izleyebilirsiniz:
)

Araştırmayı yapanlar, bu deneyden çıkarılabilecek en büyük dersi şu şekilde özetlemişler:

Dünyanın en iyi müzisyeni karşımızda durup, en seçkin parçaları bizim için çalarken, onu dinleyecek bir kaç dakikamız dahi yoksa ve bir göz teması kuracak kadar bile olsa onu fark etmiyorsak, hayatın günlük koşuşturmacası içinde kim bilir başka neleri kaçırıyoruz da, farkında bile değiliz.

Hep şunu düşünmüşümdür...

İnsanlar sevdiklerinden birini kaybettiklerinde onun tabutu veya mezarı başında söylediklerini o kişi sağken bizzat kendisine söyleselerdi, onunla iletişimleri ve ilişkileri çok daha farklı olur, karşılıklı çok daha yaşanılası bir hayat sürerlerdi.

Sözün kısası, günlük koşuşturmacadan içemeyip geride bıraktığımız demliklere hayıflanacağımıza, sevdiklerimizle hayatın tadını doyasıya çıkarabilecek bir zaman ayırmaya ve farkındasızlık girdabından kurtulmaya ne dersiniz?

Keşke demenin bir anlamı yok.

Haydi demenin bir anlamı var.