|
Hayreti mucip yorumlar

Geçtiğimiz pazartesi günü bu sütunda yayımlanan “Kürt siyaseti üzerinde PKK vesayeti” başlıklı yazı beklediğimden fazla tepki aldı. İçerdikleri duygusallıklar veya saldırgan ifadeleri bir yana bırakırsak, tepkilerin dikkat çeken iki ana hattı var: Bir kısmı Kürt siyaseti üzerinde, özellikle DTP yönetimi üzerinde PKK''nın söz sahibi olmasının haklılığını ispata da çalışıyor. “PKK olmasa, Kürt sözcüğünü ağza almak bile mümkün olmazdı. Bugün Kürt sorunu konusunda belli belirsiz bir mesafe alınmışsa bunda PKK''nın verdiği silahlı mücadelenin büyük payı vardır. O yüzden DTP yönetimi dağdakilerin bu fedakârlıklarına karşı kadirşinas davranmak zorundadır.”

Dağdakilerin mutlaka Güneydoğu''daki toplumda bir karşılığının, bir arka-planının var olmasından dolayı DTP''nin bunu gözetiyor olması belki yadırganamaz. Hatta tam da o yüzden DTP siyasetinin “PKK''ya terör örgütü demek ve bu terörü lanetlemek” gibi bir baskı altında tutulmasının hem gerçekçi hem de haklı olmadığını anlamak lazım. Başından beri DTP''nin böyle bir baskı altında tutulmasının onun bütün siyasi potansiyeline kast eden bir yanlış olduğunu, üstelik DTP''nin bunu yapmasının ne Kürt siyasetine ne de genel anlamda Türkiye''nin siyasi ortamına hiçbir katkısı olmayacağını işaret etmeye çalıştım.

Ancak sorun, şu anda bu bile değil. Sorun, Kürt sorunu konusunda nihayet aşılmış bulunulan önemli psikolojik engellerin ardından oluşmaya yüz tutmuş bir siyasi vasatın tamamen “dağdakilerin” kontrolüne bırakılması, bunun da dağdakilerin en doğal hakkı gibi görülmesidir. DTP içerisinde kendini açıkça hissettiren bu “dağdakiler-ovadakiler” tabakalaşması, giderek silahlı grupları borçları hiçbir şekilde ödenemeyen “kahramanlar” mitosuyla kutsallaştırıyor.

Bu kutsallık söylemi yukarıdan aşağıya bütün Kürt siyasetini esir alıyor, giderek sorunu siyasal alandan uzaklaştırıp sembolik ve duygusal alanlara taşıyor. DTP giderek Kürtlerin yaşam kalitesinin veya onurlarının daha fazla gözetildiği bir siyaset arayışından ziyade Abdullah Öcalan''ın İmralı''daki konforunun ve PKK''nın herhangi bir paylaşımdaki hisselerinin müvekkilliğine doğru düşüyor.

Bu siyaset tarzı Güneydoğu''da DTP''ye görünürde çok gürültü koparabilen bir görüntü kazandırıyorsa da bölgenin siyaset sosyolojisinin dinamiklerinden hızla uzaklaştırıyor. İHH''nın Güneydoğu''da toplumun nabzını çok iyi tutan bir networku, toplumun en dip noktalarına kadar ulaşabilen bir organik nüfuzu vardır. En son yayımladığı “Kendi Dilinden Doğu ve Güneydoğu Anadolu” başlıklı raporu hem devlet yetkililerinin hem de özellikle DTP''lilerin dikkatle okumalarını tavsiye ediyorum. Bu rapor devletçi bir bakış açısına sahip değil, hatta devletin soruna yaklaşımına hayli eleştirel bir yaklaşımda bulunurken, Kürt sorununu görmekten geri durmuyor. Dahası, rapor, “yaşananların Kürt sorununa sığmayan yanlarını da” görmeyi sağlayabiliyor.

Örneğin, rapor, DTP''ye kendini aynı anda hem Kürtleri hem de bütün Güneydoğu''yu tek başına temsil eden bir parti olarak görüp göstermenin yanlışlığını gösterebilir. Hem Güneydoğu''da sadece Kürtler yaşıyor değildir hem de Kürtlerin bile büyük bir çoğunluğu DTP''yi veya PKK''yı kendilerini temsil eden bir konumda görüyor değiller. Yapılan anket çalışmasına göre bölge halkı sorunu 1. derecede ekonomik, 2. derecede etnik yani “Kürt Sorunu” olarak, 3. derecede de şiddet ve terör sorunu olarak, 4. derecede de demokrasi ve insan hakları sorunu olarak görüyor. Bütün bu bakış açılarının kendilerine göre geçerlilikleri Kürt siyaseti üzerindeki PKK vesayetini giderek daha fazla marjinalleştiriyor.

Yazıma gelen ikinci tepki de Başbakanın Hakkari gezisindeki konuşmasının nasıl olup da “ya sev ya terk et” çizgisine çekilebildiğini soran sözlerimize.

Başbakan sözlerinin asla bu şekilde anlaşılmaması gerektiğini ısrarla söylediği halde sözlerinin bu çerçeveye oturtulması gerçekten çok ilginç; Türkiye''de bazı gelişmelerin nasıl yorumlanıp kaydedileceğine adeta karar veren bir mekanizma olduğunu düşündürüyor. Hani meşhur, “Ankara''da tarihi yazan birim” gibi. Bu birime ulaşanlar tarihe istedikleri notu düşebileceklerini zannedebilirler. Oysa böyle bir tarih yazıcısı yok.

Üstelik Siyaset Meydanı''nda Gülay Göktürk bence çoğu kişinin dikkatinden kaçmış bir benzerliğe dikkat çekti ki, bu benzerliği görünce bu yoruma karar veren tuhaf mekanizmayı insan var saymadan edemiyor. 2005 Ağustos''unda Başbakanın Diyarbakır''da yaptığı ve o gün (tıpkı 22 Temmuz gecesindeki meşhur “balkon konuşması” gibi) çokça övülerek zikredilen ve içinde “Kürt sorunu”ndan bahsedip bir de devlet adına Kürtlerden özür diler gibi yaptığı konuşmasında söylediği sözlerin Hakkâri konuşmasında yaptığı konuşmayla aynılığı Göktürk''ün dikkat çektiği nokta.

Yani o çok övülen konuşmasında da başbakan bir yandan Kürt sorunundan bahsederek son derece umut verici bir Kürt açılımının işaret fişeklerini çakarken, bir yandan da bugün “ya sev ya terk et” diye anlaşılan sözlerin aynısını sarf etmiş.

Üstelik başbakan daha iki hafta önce MÜSİAD toplantısında 2005''teki o çok olumlanan konuşmasının arkasında olduğunu da söyledi.

Buna rağmen Erdoğan''ın Kürt sorununda geri adım atmış olduğuna dair bir algı bu kadar yaygın ve başarılı bir biçimde nasıl yaratılabiliyor?

Gerçekten hayreti muciptir.

٪d سنوات قبل
Hayreti mucip yorumlar
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir
Yeni tehditler ve Türkiye’nin kurumsal güncellenmesi