24 yıl önce Türkiye''nin gündemine “küçük bir sorun”, “bir avuç serserinin saldırıları” olarak giren bir olayın bugün Türkiye''nin iç ve dış politika gündeminin öncelikli sorunu haline gelmiş olması tek başına PKK''nın bir başarısı olarak görülebilir mi?
Fikret Bila''nın emekli generallerden derlediği itiraflar dizisi, aynı zamanda bu başarının sadece PKK örgütüne veya militanlarına ait olmadığının da itirafı mahiyetinde. 1984''teki ilk eylemlerinden öncesinden başlayarak herkes PKK''nın bugünkü başarı bilançosunun ortaya çıkmasına çalışmış.
Diyarbakır cezaevinde 12 Eylül''den sonra 1984 yılına kadar yaşananların örgüte önemli bir insan kaynağı sağlamış olduğunda kuşku yok. O işkenceleri yapanlar veya yaptıranlar, kasıtlı olarak ileride ülke yönetiminde işlevsel olacak bir silahlı güç için insan kaynağı oluşturmanın psikolojik stratejisini uyguluyor olamazlardı herhalde. Böyle düşünmek işkencecilere olağanüstü bir vizyon ve komplocu bir süper akıl yakıştırmayı gerektirir ki, işin sosyolojik tabiatı böyle düşünmeye imkan vermiyor. İşkencecilerin o günlerde donandıkları olağanüstü iktidar vehmi, şımarıklığı, güç şaşkınlığı ile o günlerinin ebedi olduğunu düşünmeleri, yaptıkları işi günübirlik bir eğlencenin parçası olarak yapmış olmaları işin tabiatına daha uygundur. Yaptığı iş esnasında kendinden geçmiş olan işkenceci, bir insan olarak en zavallı durumdadır aslında. İşkence yaparken söküp çıkardığı kendi insanlığıdır, sadece değer düzeyinde değil, bilgi, bilinç, anlayış ve varoluş düzeyinde de…
Ayrıca PKK''nın ilk kadrolarının oluşumunda Diyarbakır cezaevinde yaşananların büyük payı olsa bile, sonuçta sonradan PKK''ya katılan veya örgüte sempati duyan kitlelerin hepsinin bu cezaevinden geçmiş olduğunu söylemek mümkün değildir.
Daha PKK eylemlerinin çok erken aşamalarında, hem bu eylemlere karşı alınacak önlemleri açıklama hem de eylemlerin tarzına teşhis olsun diye dönemin iç işleri bakanı Yıldırım Akbulut''un “bu bir gerilla savaşıdır” deyişi o günlerde çok tartışılmıştı… Hayır, ne tartışması, bu sözleri söylediğine bin pişman edilmişti. Sonradan, bu açıklamasındaki sözlerini “sürç-ü lisan” diyerek geri almak zorunda bırakılmıştı. Böyle yapmakla o dönemde hâkim olan bir ideolojik duyarlılığa sadakatini kanıtlamış oldu ama bu aynı zamanda soruna doğru teşhis koymaktan da geri dönmesini gerektirdi.
Generallerin itiraflarını o günlerde hatırladıklarımızla bir arada düşündüğümüzde, başından itibaren en büyük yanlışın da soruna teşhis koyma konusunda sergilenen bu “ideolojiyi kollama” duyarlılığı olduğunu söyleyebiliriz. Her konuda olduğu gibi bu konuda da soruna doğru teşhis koymak yerine hakim ideolojiyi kollamayı, bu ideolojinin sembolleriyle çalışmayı çok daha fazla önemsiyoruz. Böyle yapınca sorunu anlamaktan da ona aklı başında bir çözüm getirmekten de hızla uzaklaşıyoruz. Ateş bacayı sarmış, biz hâlâ bu olaya “savaş” demek ile “terörle mücadele” demek arasındaki, “Güneydoğu sorunu” demek ile “Kürt sorunu” demek arasındaki ideolojik sembolizme takılıyoruz.
Bu suçlayıcı bakışa maruz kalmamak için insanlar “ortak yanılsama alanları” kurmayı ve bu yanılsama alanının içinde oyalanmayı daha kolay göze alabiliyorlar. İdeolojiler bir konfor üretiyor ve kimse kolay kolay bu konforlu alanı terk etmeyi göze alamıyor.
Bugün itiraf edilen yanlışlara rağmen görev başındakilerin hâla aynı yanlışları sürdürüyor olmaları, ideolojik masalların bu konforu veya bu konforun güvenliğiyle ilgili riski en çok belli mevkilerde olanlar için üretiyor olmasından kaynaklanıyor.