Geçtiğimiz hafta boyunca Konda''nın Milliyette yayımlanan "din, laiklik ve türban" araştırması tartışıldı. Yazı günüm dolayısıyla söz sırası bana daha yeni gelmiş oldu ama zaten araştırmanın yeni verileri de ortaya çıkmaya devam ediyor.
Ben bu araştırma ile ilgili söyleyeceklerimi bugün İstanbul''da başlamakta olan birbirinden önemli iki sempozyumun etrafından dolanarak söyleyeyim:
Biri Lütfü Kırdar Konferans salonunda Bayrampaşa Belediyesi ve Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından düzenlenen Uluslararası Kurban Sempozyumu. Bu sempozyum yıllardır hayalini kurduğum bir faaliyet. Her yıl kurbanı acemi kasapların elinden canını kurtarmaya çalışırken kaçışan boğa görüntüleri veya tavuk-horoz-deri sığlığında karşılıyoruz. Oysa yine her yıl çatıp gelen kültürümüzün çok esaslı bir parçası olan kurban bayramı içerdiği yoğun sembolik anlamlar dolayısıyla her türlü felsefi ve sosyolojik mülahazayı daha fazla hak ediyor. Konferansa ABD''den katılanlardan Jon Oplinger''in deyimiyle İbrahim ve İsmail''in her yıl tekrarlayan daveti, anlaşılmayı bekliyor. Bu davetin ne olduğu, bunun hayvan boğazlamaktan ibaret olmadığı Türkiye''de ilk defa cereyan eden bu vesileyle hatırlatılmış olacak.
İşin ilginç tarafı, bu tür kuruluşların tespit ettikleri Islamophobia söylemlerine bugünlerde yayınlanan Konda araştırmasının sunulma biçiminin çok kolaylıkla girebileceğidir. Türbanlı sayısının dört yıl içinde dört katı arttığı şeklinde atılan manşetin bir korkutma hedeflediğinde hiçbir kuşku yok. Araştırmanın bugüne kadar yayımlanan diğer verilerinin sunulma biçimlerinin bu korkuyu yerleştirmeye çalıştığı gözden kaçmıyor. Oysa hukukun egemen olduğu bir dünyada kitleleri bu tür korkularla endişeye sevk etmenin bir toplumun güvenliği açısından hiçbir faydası yoktur. Korkutulan şey İslam''ın kültürel tezahürü olan, şöyle veya böyle simgeselleşmiş bir şey: başörtüsü veya türban. Başörtüsüne karşı en ufak bir îmâ bile aslında Avrupa''da islamophobia kapsamına giriyor.
Bir gazetenin başyazarı, başörtülünün gözünde "nefret" gördüğünü rahatlıkla söyleyebiliyor. Başörtülünün gözünde kendisinden başka kimsenin nefret okumadığı çok açıktır, ama kendisinin bu insanlara bakarken bir nefretle bakıyor olduğu bu vesileyle çok daha açık bir biçimde ortaya çıkıyor.
İşin teknik kısmıyla ilgili yeterince vurgulanmayan bir-iki konu daha var. Doğrusu Tarhan Erdem''in yönetiminde yapılan çalışmanın verilerinden ziyade yorumları çok daha kötü. Anketin yorumu her zaman anket verilerinin kendisinden daha önemlidir.
Ankette sorulan soru da alınacak cevabı belirlemek bakımından çok önemlidir. Yanlış soru yanlış veriler ortaya çıkarır.
Her şeyden önce "Başörtüsü" ile "türban" konusunda bu kadar büyük bir kafa karışıklığı varken, bu konuda insanların türban mı başörtüsü mü giydikleri hiçbir şekilde tespit edilemez. Bugün bırakınız kısa bir kursla sahaya yollanan anketörleri, hukukçularımız, akademisyenlerimiz, hatta siyasetçilerimiz bile türban ile başörtüsünün mahiyeti konusunda net değillerken bir anketin bu konuda insanların dört yıl içinde uğradıkları değişimi tespit etmesi teknik olarak mümkün değildir.
Ortaya çıkan 4,7''lik bir fark zaten bu zorluklar içinde yapılmış bir ankette rastlanabilecek olan asgari standart sapma miktarını oluşturur. Zaten sağolsun Fehmi Koru''nun dikkati sayesinde bu araştırmanın aynı günlerde aynı kurumca yapılmış başka bir versiyonunun tam tersi sonuçlar ortaya koyduğunu da kaydetmiş olduk.
Araştırma türban ve başörtüsü arasındaki geçişlilik konusunda kent ve kır farkını gözettiği halde, Türkiye''nin son yedi yıl içinde yaşamış olduğu kentleşmenin oranını hiç hesaba katmadığı da görülüyor. Bu kuşkusuz biraz daha teknik bir eksikliktir.
Ama araştırmanın en masum sonuçlarının bile bir korku üretecek şekilde sunulması en ciddi kusurunu oluşturuyor ve bu haliyle ancak islamophobia söyleminin tipik bir örneği olarak incelenmeye değer.