|
Otoriter suskunluktan, konuşan askere

Demokratik bir ülkede bir askeri yetkilinin siyasi konularla ilgili ülkenin gündemini bu kadar rahat değerlendirmesi tabii ki mümkün değildir. Org. İlker Başbuğ''un arka arkaya yaptığı konuşmalarda dile getirdiği düşüncelerin önemli bir kısmı kendi görev sahasıyla hiçbir şekilde ilgili olmayan konular. Konuşmasında ne kadar demokratik, açılımcı ve öncekilerden ufuklu olduğu bu noktada çok önemli değildir. İlke olarak görevi olmayan konularla ilgili yetkili imiş gibi yaptığı konuşmaların değerlendirmesi var olmayan yetkiyi var kılmaktan, fiili olarak geçerli kılmaktan başka bir anlam ifade etmiyor.

Kuşkusuz bu, meselenin kötü tarafıdır. Ancak teselli vermek için değil de bir gerçeğe uyanmak açısından bakmak gerekirse meselenin bir de o kadar (iyi değilse bile) kötü olmayan bir tarafı da vardır.

Meselenin iyi tarafına, yine de Başbuğ''un konuşmalarının içeriğinden ziyade bizatihi "konuşması" gerçeğinden bakalım isterseniz. Hani bir zamanlar askeri vesayetin askerlerin hiç konuşmadan ağır bir otoriterlikle icra edildiği bir dönem vardı ya. Çok da uzak bir geçmişte değil, siyasetçinin neredeyse artık hiçbir alanda askere bakmaksızın hiçbir adım atamadığı, attığı hiçbir adımınsa ne gerekçesini ne mantığını açıklamadığı, hesabını da vermediği günler.

Kürt meselesinden, Kıbrıs meselesine kuzey Irak''tan başörtüsü ve eğitim meselelerine kadar bütün siyasetin bu şekilde bloke edildiği dönemi belirleyen nitelemeyi bana göre en güzel Kürşat Bumin ifade etmişti: "otoriter suskunluk".

Bana kalırsa gerçek anlamda bir askeri vesayetin tarzı buydu: Her şeyi belirlediği halde hiçbir şeyin hesabını vermeye yanaşmayan otoriterlik… Nasıl hesap versindi ki? Kullandığı hiçbir yetkinin hiçbir yasal dayanağı olmadığı için konuştukça batma riskini de göze almayan, bu yolla da sınırsız bir otorite kaynağı üreten bir güç.

Org. Başbuğ''un öyle veya böyle konuşmasını ideal demokrasi standartlarına referansla toptan reddetmek bir yoldur, ama Türkiye''de geçtiğimiz veya geçmediğimiz yolu görmek de gerekiyor. Askerin öyle veya böyle konuşması otoriter suskunlukla vesayet yürütmeye kalkışmasından tabii ki çok daha iyidir.

Başbuğ''un konuşmasında yine bir "güç bizde" hatırlatması yok değil, ancak bu ifade biçimi bence askerin de kamuoyuna "hesap verme" söylemlerinin bir hayli gölgesinde kalmıştır. Bugün askerin gerek Ergenekon başta olmak üzere birçok konuda siyaset üzerinde kurduğu vesayetin hesabını vermeye başlaması, bu hesap ne kadar yanlış olsa bile, kendi siyasal "gerçeğimizin çölüne hoş geldiğimizin" bir resmidir. Asker yeter ki konuşmayı ve sorulara cevap vermeyi kabul ediyor olsun. Demokratik bir ülkede bundan büyük bir kazanım olabilir mi?

Kişisel olarak Başbuğ''un açıklamaları bir sürü bilgi, mantık ve muhakeme yanlışı içeriyor olsa da kendini bir şekilde ifade etme isteğini, askerin konumunu yasalar, demokratik değerler ve kamuoyu nezdinde açıklamaya çalışıyor olmasını son derece olumlu buluyorum. Her iki konuşmasında, söylemlerinde çoğu zaman kendini tekrarlamaya gayret eden yetki aşımı konuları olsa da, ses tonuna yansıyan samimiyet ve açıklama çabasını önemsiyorum.

Bu konuşma düzeyi otoriter suskunluğun tek taraflı hitabı yerine diyalogun bütün taraflar lehine işleyen noktasıdır. Asker konuştukça yaptığı hataları, karşılaştığı sorularla düzeltmenin yolunu da bulacaktır.

Şu soru mesela: "darbe günlükleri ile ilgili bir soruşturma yapılmış mı?"

Org. Başbuğ bu soruya "hayır" diye cevap vermiş. O halde bu soru sorulduğu andan itibaren bu sorunun tetiklediği bütün sorularla da yüzleşmek zorunda kalacaktır:

Darbe ihtimali bir ordu içinde bu kadar önemsiz mi kabul ediliyor? Darbeler sadece askerin sivil otoriteye karşı yaptıkları girişimler değil, öncelikle askerin kendi içindeki hiyerarşiyi de bozan, askere karşı da vahim bir suçtur. Bırakınız bir demokrasiyi, bir orduyu bile tehdit edecek en büyük tehlike darbe kültürü veya teşebbüsüdür. TSK''nın kendi bünyesinde darbe teşebbüslerini bir alışkanlık haline getirmiş oluşumlardan neredeyse haberdar olmaması kolayca geçiştirilecek bir zaaf mıdır?

Bu, ordunun kendini bile darbelerden koruyamaması anlamına gelmiyor mu? Kendini koruyamayan bir ordu, ülkeyi başka tehlikelerden nasıl koruyacak? TSK bu darbe girişimlerinden haberdar olmamışsa kuşkusuz ayrı bir sorun, olmuş da harekete geçmiyorsa bunun da bir açıklamasını daha doğrusu bir tashihini yapması gerekmeyecek mi?

Konuşmaya başlamışsak sorular cevabını isteyecek demektir..

15 yıl önce
Otoriter suskunluktan, konuşan askere
‘Tanrı’yı kendine kul eden dindarlıklar
Lens faktörü
Çare isimde değil
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?