|

Mevlâna çağımız insanına ne söyler?

Mevlâna’nın sergilemiş olduğu anlayış ve düşünce tarzı ile kendisi gibi diğer huzursuzlara yeni bir toplumsal düzen kurması; onları kusur, günah ve sevaplarıyla kabul etmesi oldukça kıymetlidir. “Sevgiyle acılar tatlılaşır, sevgiyle bakırlar altın olur. Sevgiyle tortular berraklaşır; sevgiyle dertler şifa bulur. Sevgiyle ölüler dirilir, sevgiyle padişahlar kul olur. Bu sevgi de bilgi sonucu oluşur.” Bu bir nevi acıyı bal etmenin yoludur.

00:00 - 17/12/2021 Cuma
Güncelleme: 23:00 - 16/12/2021 Perşembe
Yeni Şafak
İLLUSTRASYON: CEMİLE AĞAÇ YILDIRIM
İLLUSTRASYON: CEMİLE AĞAÇ YILDIRIM

Prof. Dr. Özcan GÜNGÖR
/ Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Öğretim Üyesi

Evrensel bir hüviyeti olan Hz. Mevlâna’nın vuslata kavuşmasının 748. yıldönümünde, her yıl ülkemizde 7-17 Aralık tarihleri arasında Mevlana ile ilgili çeşitli anma etkinlikleri düzenlenmektedir. Bu vesile ile bizler de yazımızda Mevlâna’nın çağımıza ilettiği mesajları konu edindik. Mevlâna’nın günümüzde Doğu’da ve Batı’da bu kadar ses getirmesi ne ile açıklanabilir? Adına binlerce yazı yazılan ve hakkında bunca yorum yapılan bu kişi, günümüzde bize ne söyler?

KAOSTAN DÜZENE

Mevlâna’nın çocuk yaştan itibaren tecrübe ettiği Cengiz Han’ın yıkıcılığı ile Müslümanların dağılan düzenleri ve içine düştükleri kaos, bir nevi Anadolu’yu gönül erleri için imar ve inşa etmek adına çekim merkezi haline getirmiştir. Her darlığın ardından gelen ferahlık müjdesine binaen Anadolu’da yaşanan kaos sayesinde, daha büyük bir düzenin tohumlarını saçan ve her biri farklı bir fıtratta olan medeniyet kurucuları Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Ahi Evran ve Mevlâna Anadolu’ya yeni bir medeniyetin banileri olarak ayak basmışlardır

Mevlâna’nın, kişisel menkıbesini yazıp yaşadığı dönemde, Kösedağ (1243) savaşı yaşanmış, Anadolu Selçukluları Moğol hakimiyetine girmiş ve Moğollar tarafından zayıflatılan devletin başına kukla yöneticiler getirilmişti. Yıllar sonra toplumsal düzen ve barış çok büyük ölçüde harap edilmişti. Böyle bir ortamda; gerçek anlamda bir devletten, yönetimden ve siyasetten söz edilmesi mümkün değildi. Bu ağır şartlar altında Mevlâna’nın; yönetim, siyaset, devlet, siyasal düzen unsurlarını ağırlıklı olarak vurgulaması ve eserlerinde işlemesi beklenemezdi. Zira kaos dönemlerinde insanlar öncelikle bireysel kurtuluş temelli faaliyet yürütürler.

Öyle ki Mevlâna’nın kişisel menkıbesinde; dağılan siyasi birlikler, bozulan kalbi ittifaklar, yıkılan umutlar, parçalanan toplumsal düzen ve güvensizliğin asıl olduğu bir vasatta ve Moğolların fiili işgali altında yaşamanın yanında kurucu bir rehberlik vardır. Mevlâna eliyle, görülen bu sosyolojik zeminin arkasında görülmeyen müthiş bir kültürel yapı ve arının peteğini adım adım ördüğü gibi medeniyetin; ruhu imar, inşa ve ihya etmesi söz konusuydu. İslam kültür havzalarında yaşanan durgunluk, yıkıklık ve ümitsizlik sürerken, Türk’ün otağı Konya’da Mevlâna, irfanıyla, selim ve sekin bir “ocak” açmış ve herkese çil çil irfan saçıyordu. Mevlâna’nın dili ve sembolizmi o dönemde yaşanan kaosa doğrudan bir çözüm değildi, o daha yüksek bir medeniyetin elitlerine/şehirlilerine hitap ediyordu. Bir görev taksimi var gibi O, Türklerin daha şehirli ve zarif dindarlığını artırdığı gibi gelecekte üç kıtada devlet kuracak olan bir milletin irfan ve hikmet heybesini dolduruyordu. Bu yüzden kimi anlatı ve yaklaşımları daha kırsal yerlerde anlaşılmıyordu.

MOLLÂ-YI RUM

Dönemin şartlarına bakılacak olursa Mevlana’nın işi hakikaten de zordu. Bahsi geçen dönemde; bir taraftan coşkun bir sel gibi Anadolu’yu yurtlaştıran konar göçer Türkmenlerin İslamlaşması devam etmekte, diğer yandan da gayr-i Müslimlerin endişeleri artmaktaydı. Tüm bunların yanında; Mevlana’nın fiili olarak yaşanan siyasi kriz ve korkular içindeki halka medresenin katı İslam anlayışının dışında ama İslam içinde gönüllere hitap eden bir söylemle mana birliğini sağlamak gibi meşakkatli bir görevi vardı. Mevlâna’ya kurucu ruh ve akıl denmesinin sebebi bu atmosferde beklenenleri yerine getirebilmesindendir. Eğer toplumsal kimlik parçalanmış olsa idi daha sonra Osmanlı’nın temelini teşkil edecek bütünlüklü yapı doğmayacaktı. Bu yüzden onun diğer bir unvanı da “Mollâyı Rum’dur”.

Kaos dönemlerinde düzen aranırken bu düzen en iyi toplumsal iş bölümüyle sağlanır. Mevlâna da toplumsal iş bölümüne dikkat çeker ve insanların birbirlerine ihtiyaçlarını işte uzmanlaşmayla aşılacağını söyleyerek bir nevi modern topluma hitap etmektedir. Onun “Bir kişi hem dülger hem saka hem de terzi olamaz ya ...” sözleri bunu teyit eder. Toplumsal hayattaki düzenin sağlanması iş bölümüyle mümkün olur. Durkheim’in toplumsal iş bölümünü sosyolojisinin merkezine koyması biraz da bundandır.

O da kaos dönemi Fransa’sında düzeni sağlamak istemektedir. Bireylerin toplum düzeninin sağlanması için mesleki uzmanlıkları ile topluma katılması ve katkı vermesi gerekir ki Mevlâna da buna işaret etmektedir.

TOPLUMSAL ÇOKLUKTA TEVHİDİ SAĞLAMA KODLARI

Mevlâna’nın sergilemiş olduğu anlayış ve düşünce tarzı ile kendisi gibi diğer huzursuzlara yeni bir toplumsal düzen kurması; onları kusur, günah ve sevaplarıyla kabul etmesi oldukça kıymetlidir. “Sevgiyle acılar tatlılaşır, sevgiyle bakırlar altın olur. Sevgiyle tortular berraklaşır; sevgiyle dertler şifa bulur. Sevgiyle ölüler dirilir, sevgiyle padişahlar kul olur. Bu sevgi de bilgi sonucu oluşur.” Bu bir nevi acıyı bal etmenin yoludur.

Toplumda kesretin yolu birlikte yaşamayı mümkün kılacak vahdettedir. Ayrılık, gayrılık, bölücülük ve fitnecilik kurdun meyveyi yediği gibi toplumu yiyecektir. “Beri gel daha beri; bu yol vuruculuk nereye dek böyle; bu kavga, gürültü, bu hır gür nereye dek böyle? Sen bensin işte, ben senim işte,”.

Bu davetin genişliği onun pergel metaforunda gizlidir. Bir ayağı Müslüman toplum içinde iken diğer ayağı birlikte yaşama imkanı isteyen/arayan herkesledir. Bir olmanın sırlı iksiri 72 milleti kul olarak bir ve değerli görmektir. Bazen pergelin Müslüman olmayanlara doğru açılan kısmının yanlış yorumlanması onu yorumlayanların kapsayıcı olmaması ile ilgilidir yoksa Mevlâna’nın işaret ettiği çerçeve çok nettir.

“Ben yaşadıkça Kur’an’ın bendesiyimBen, Hz. Muhammed Mustafa’nın yolunun tozuyumBiri benden bundan başkasını naklederseOndan da şikayetçiyim, o sözden de şikayetçiyim”

Mevlâna’nın ırk yerine amaçta birliği, şekil yerine manayı ve suret yerine de sireti öncelediği görülmektedir. “Hacca gidersen hac yoldaşı ara. Ama ha Hintli olmuş, ha Türk, ha Arap. Onun rengine, şekline bakma. Azmine ve maksadına bak. Rengi kara bile olsa değil mi ki seninle aynı maksadı güdüyor, aynı senin rengindedir. Sen ona beyaz de. Suretle kalırsan putperestsin. Her şeyin suretini bırak, manaya bak…”

Mevlâna gerçek anlamda “ötekilerle” her türlü karşılaşmayı yaşamış ama onlara “öteki” damgası vurmadan onlar hakkında bir üst dil ve kimlik geliştirmiştir. O dil ve kimlik gönül medeniyetidir. O medeniyette insanlar seçkinliği ve ayrıcalığı ile önem kazanmaz, renk ve din özellikleri yüzünden de ötekileştirilmez. O, bütünü algılama imkânımızdaki eksikliğimizden kaynaklanmaktadır. “Ayrılıklar, gidiş tarzındadır. Yolun hakikatinde değil” der ve “Her peygamberin bir yolu, her velinin bir mesleği var. Fakat değil mi ki hepsi de halkı Hakka ulaştırıyor, birdir.” O dönemde şiddet ve nefretin had safhada olduğu ve bu unsurların toplumsal alanda oldukça görünür olduğu bir ortamda bu dilin dışında kullanılacak başka bir üslup gelecekteki büyük medeniyetin yıkıcı tohumları olurdu.

DEĞİŞİMDE SÜREKLİLİK

Mevlâna’nın: “Bugün yeni bir gündür, bugün yeni bir söz söylemek gerek” deyişi, hepimizin pek sevdiğimiz sözlerdendir. Mevlâna’nın yorgun ve ümitsiz topluma sürekli yeni kalmayı tavsiye ve telkin etmesi yerindedir. Nitekim “bir nehirde iki defa yıkanılmaz” çünkü su akar gider baki kalan ise su yatağıdır. İşte süreklilik içinde yenilenme Türk-İslam medeniyetinin kurucu ideallerindendir. Nitekim Mevlâna “Her an dünya yenilenir. Fakat biz, dünyayı öylece durur gördüğümüzden bu yenilenmeden haberdar değiliz. Ömür ırmak misali yeniden yeniye akıp gider. Bedende ise bir devamlılık görülür.” Süreklilik içinde değişim onun işaretidir “Akıp giden denizde yol alan gemidekiler, kıyıda ki kamışlık gidiyor sanırlar. Biz de şu dünyadan geçip gidiyoruz da giderken, dünya yürüyüp gidiyor sanıyoruz” giden biziz ama kamışlık orada duruyor.

AKIL VE GÖNÜL DENGESİ

Çağımız, aklın her şeyin ölçüsü haline getirilmeye çalışıldığı bir dönemi tecrübe etmektedir. Aklın tek başına insanı mutlu edemeyeceği, güven toplumu ve iç huzurun sağlanması açısından yetersiz olduğu görülmüştür. Toplumların da bireyler gibi hayatta bir anlam ve amaç peşinde koşmaları/gitmeleri sonucunda kendilerini daha değerli ve mutlu hissettikleri yapılan çalışmalarda görülmektedir. Katılımcılar, yapılan pek çok çalışmada insanın uğruna yaşayabileceği bir şeye inanmaya ihtiyaç duyduğunu belirtmişlerdir.

Tam da bu noktada büyük bir mutasavvıf olan Mevlâna’nın bize gösterdiği metafizik insan anlayışını, sevgiyi, sezgiyi, musikiyi, görsel sanatları ve şiiri görmek mümkündür. Çağımızın insanı için İslam’ın özü ile ilgili sevgi, kardeşlik, rahmet ve merhamet gibi mesajlar cazip ve etkileyicidir. Çünkü hayatında anlam ve amaç arayan insanoğlu bu kutlu mesaja ihtiyaç duymaktadır. Bu durumun Mevlâna’nın Batı’da niçin çok okunduğunun bir işareti olduğu gerçeğiyle ilişkisi vardır. Çünkü Batı toplumu, psiko-sosyal bir bunalımla karşı karşıya kalmıştır. Batı toplumunun pozitivizm, akılcılık ve bireyciliğin ortaya çıkardığı problemlere anlamlı çözümler üretemediği görülmektedir. Yaşanılan bu derin anlam krizi bir nevi Mevlâna’nın kurucu değerleriyle örtüşmektedir.

ŞEKİL VE MANA DENKLEMİ

Mevlâna, dinin yalnız şekil yönüyle ilgilenmez. Hatta daha çok aşk yönüyle ilgilenir. Şu doğrudur ya da şu yanlıştır şeklindeki kalıplaşmış ifadelerden ziyade o, hakikat arayışı gibi içsel süreçlerle uğraşır. Bu yönüyle günümüzde oldukça zahiri yorumlarla dinin hayata müdahale talepleri karşısında Mevlâna’nın din anlayışı insan içindir. İnsan, din için değildir.

Bu anlamda Mevlâna’nın kurduğu dünya-insan dengesi orijinaldir. “Su, geminin içine girerse onu batırır fakat altında bulunursa onu yüzdürür” diyerek dünya denizinin suyundan yani mal, mülk, hırs, şöhret vesaireden insan gemisinin (gönül) içine sızıntı olur ve bu sızıntı onarılmazsa gemi batar. Bu yüzden gönül teknesinin içine onu batıracak şey almamak lazım ancak öte taraftan içeri sokmamak kaydıyla, malın, mülkün, altının ve gümüşün

geminin altındaki su misali çokluğu önemli değildir.

Mevlâna’nın kuru ve şekilciliğin her türlüsüne karşı tutumu çok nettir. Ruhsuz ibadet anlayışı veya aşırı cezbeli (vücutlarına şiş sokan vb.) tarikatımsı yapıların tutumları onun nezdinde kıymetli bir iş değildir. Dini anlamda kimi zaman eleştirilse de manayı asıl kabul etmesi, müziği ayinlere aracı kılarak neyin dertli sesinden huşu ve cezbeyi öğretmesi, bizzat resmini yaptırarak belli kişilere hediye etmesi halk nezdinde doğrudan bir karşılık bulmamış olsa da yaşadığı dönemindeki bilginler, devlet adamları ve belirli seviyenin üstündeki her kişiyi etkilemiştir. Günümüze hitap eden yönünün de bu zaman üstü yaklaşımı olduğundan kuşku yoktur. Bu, bir nevi Mevleviliği kentli seçkinler nezdinde öne çıkarırken geniş Türk halklarının da İslamlaşma sürecindeki yolunun bu incelik ve edepten geçeceğine işaret etmiştir. Onun bu anlayışı, sadelik yanında coşkulu ve heyecanlı haller ortaya çıkarmış ama asla “kendini toplumdan ayırma” şeklinde uzletçi ve seçkinci bir tavır doğurmamıştır.

O, kendimize yani benliğimizin sırlı dünyasına yalın ve sade şekliyle dünyevi gerçekliği tek amaç yapmadan onu altımıza su misali alıp hayat gemisini toplumsal olarak aynı geminin içindeki herkesle birlikte yürütmeyi öğretir. Ne doğunun ezoterik ve çileci hayatı ne Batı’nın pozitivist ve bencilliği; o bize, orta ümmet olmayı, aklı gönül rehberliğinde sürmeyi tavsiye eder.



#Mevlana
#Hacı Bektaş Veli
#Yunus Emre
#Ahi Evran
#Anadolu
#Mollâyı Rum
2 yıl önce