Tamam Üstad, bütün kuralları yıkalım... Pekiyi, ya sonrasında ne olacak?

Ali Murat Güven
00:0015/01/2011, Cumartesi
G: 16/01/2011, Pazar
Yeni Şafak
Tamam Üstad, bütün kuralları yıkalım… Pekiyi
Tamam Üstad, bütün kuralları yıkalım… Pekiyi

Yapımcı, yönetmen ve senarist Sinan Çetin'in, ilk ipuçlarını 1980'lerin başlarındaki naif filmlerinde verdiği 'sol fraksiyonların vandal tavırlarını eleştiren mâkûl solcu' kimliği zaman içinde evrile evrile, en sonunda bütün yasa, kural ve gelenekleri kökten gereksiz görmeye başlayıp önüne çıkan her şeyi fütursuzca eleştiren 'ultra liberal-hedonist-anarşist karışımı' melez bir görünüme büründü. İyi de, Çetin'in hayâl ettiği türden bir yeryüzü cenneti de yok, böylesine sonsuz bir özgürlüğe lâyık insan türü de!

alimuratg@yahoo.com

KÂĞIT

Yapım Yılı ve Ülkesi:
2008-2010, Türkiye yapımı
Türü ve Süresi:
Psikolojik drama / 90 dakika
Gösterim Formatı:
35 mm standart pelikül film
Perdedeki Resim Oranı:
1.85:1
Yapımcı:
Sinan Çetin
Yönetmen:
Sinan Çetin
Senarist:
Sinan Çetin
Görüntü Yönetmeni:
Kâmil Çetin
Işık Şefi:
Bilal Tanrıverdi
Özgün Müzik Bestecisi:
Fırat Yükselir
Kurgucu:
Barış Denge
Uygulayıcı Yapımcı:
İzi Mizrahi
Sanat Yönetmeni:
Gün Doğa Sarı, Serpil Aytek (Asistan)
Kostüm Tasarımcıları:
Mehtap Baydemir, Halise İlkyol
Oyuncular:
Öner Erkan, Ayşen Gruda, Zeynep Beşerler, Asuman Dabak, Ahmet Mekin, Uğur Bilgin, Fatoş Seğmen, Metin Cantimur, Bahar Sarak, Mazlum Çimen
Yapımcı Şirket:
Plato Film
Dağıtıcı Şirket:
Pinema Film
İçerik Uyarıları:
Anlattığı karmaşık öykü ve yer yer şiddet (polis işkencesi) içeren görüntüler sergilemesi nedeniyle, ilköğretim çağındaki çocuklar için uygun bir yapım değildir.
Ailece izlenebilir mi?
/ ŞARTLI EVET
(Ailenin küçük üyelerinin 13 yaşından büyük olması koşuluyla)
Resmî İnternet sitesi ve Fragmanı:
Yeni Şafak-Sinema Puanı:
* * 1/2

* * *



FİLMİN KONUSU:
Genç ve idealist bir yönetmen adayı olan
Emrah
ilk sinema filmini çekmeye çalışmaktadır. Emekli gümrük muhafaza müdürü olan babası
Mehdi Bey
ise Emrah'ın eczacı olmasını arzulamaktadır. Filmi için arkadaşları ve annesi
Şahane Hanım
'ın da desteğiyle güç belâ yapım sermayesi bulan Emrah'ın karşısına ikinci aşamada ise bürokrasinin aşılmaz duvarları çıkar. Emrah ile hayâlleri arasında, sansür kurulu başkanı
Müzeyyen Hanım
'dan alacağı son bir imza kalmıştır. Fakat bu imzayı almak hiç de düşündüğü kadar kolay değildir. İdeallerinin peşinde resmî otoritenin karşısına dikilen Emrah'ı son derece sevimsiz gelişmeler beklemektedir.

* * *


Yıl 1984
… Elimde bir başka kısa filmciden yalvar yakar ödünç alınmış
süper 8 mm
'lik amatör bir kamera, yanımda da hayatım boyunca böyle serüvenlerde hep ardımdan sürüklediğim kadim dostum
Volkan Tuna
ile birlikte,
İstanbul
'un
Rami
semtinde, şimdilerde
“Kuru Gıda Hali”
ne dönüştürülmüş olan meşhur
Osmanlı Kışlası
'nın harabeleri arasında dolanıyoruz. Havanın buz kestiği bir kış günü orada bulunuş amacımız ise yakında çekimine başlayacağımız kısa metrajlı filmimiz için
mekân araştırması
yapmak…
16
yaşın bütün coşkusu, tafrası ve kibiri içinde, elimdeki kameranın objektifini sağa sola çevirip, kısa süre sonra çekimini gerçekleştireceğimiz
“aksiyon sahneleri”
(!) için kışlanın yıkıntıları arasında dekoratif mekânlar tespit ediyor, bunu yaparken de
Volkan
'a bol bol yönetmenlik taslıyorum.
Tam o sırada,
20-30 metre
ötede, tasmalarından tuttuğu, cehennem zebanîlerinden farksız iki azgın köpekle birlikte, üzerinde sütlü kahve renkte üniformasıyla bir
bekçi
beliriverdi. Zorlukla zaptettiği o iki kurt köpeğini serbest bırakmadan hemen önce, adamın ağzından -bolca tükürük eşliğinde- şu sözlerin çıktığını duyabildim:
“Ne yapıyonuz lan burda sizi puştlar! Anarşiz misiniz, yoksa hırsız mısınız siz?!”

Korku ve şaşkınlıktan dolayı yerimizde donup kalmıştık. Köpekler adamın boyunduruğundan kurtulunca bir kaç saniye içinde yanımıza ulaşıp bizleri paçalarımızdan çekiştirmeye başladılar. Hemen ardından da öfkeli bekçi silahını çekmiş vaziyette yanımıza gelerek, aynı soruyu biraz daha farklı bir varyasyonda tekrarladı:

“Kimsiniz lan siz? Ne arıyonuz bu yasak bölgede?”
Yıllardır o semtte oturan bir genç adam olarak, kışla harabelerinin
“yasak bölge”
olduğunu ilk kez ondan duyuyordum.
“Bekçi ağabey, bizler öğrenciyiz. Bir kısa film çekmeye çalışıyoruz. Buraya da filmimize mekân bakmak için…”
Açıklamam henüz tamamlanmamıştı ki ağzı leş gibi içki kokan bekçi, sağ yanağıma okkalı bir şamar giydirdi. Hemen ardından da
Volkan
'ın yanağına bir tane… Sonra bana bir tane daha, bir tane daha…

O soğuk kış günü, canından bezmiş bir güvenlik görevlisi olarak, haybeye geçen hayatının bütün hıncını bizden çıkarmaya kesin kararlıydı. Boyu kendi boyundan daha uzun iki delikanlıyı, hayatında karakolun kapısından içeri adres sormak için bile girmemiş iki genç insanı, sırf üzerindeki resmî üniforma ve belindeki (daha doğrusu elindeki!) beylik silahına güvenerek evire çevire dövdü. Şamarlarını suratıma öfkeyle saydırırken şunları çığırıyordu:

“Ulan, düzgün adam film mi çekermiş? Burası yasak bölge, elinizde ne olduğu belli olmayan acayip bir makine var! Gelmişiniz, buralarda sinsi sinsi dolanıyonuz! Ben sizi şimdi karakola çektirsem, orada bir güzel falakaya yatırtsam haksız mı çıkarım?”
Yaklaşık bir saat süren dayak ve hakaret faslından sonra, devletimizin bekçisinden yakamızı bin bir dil dökme eşliğinde güçlükle kurtararak kendimizi kışlanın dışına attık. Sonradan öğrendim ki adamın hiddetinin nedeni, bu tarihî yapının küçük bir bölümünün
“gümrük vergisi ödenmemiş otomobiller için istifleme alanı”
olarak kullanılmasıymış ve o da bizi araçların lastiklerini, teyplerini falan aşıran birer
“oto faresi”
zannetmiş.
Suratım tokat izleriyle kıpkırmızı olmuş bir vaziyette evime döndüğümde gururlu bir delikanlı olarak saatlerce hüngür hüngür ağlamama neden bu hoyrat yaklaşım, aynı zamanda benim
“kısa filmcilik”
serüvenimi başlatan günün de simgesidir. Geride bıraktığım
27 yıl
boyunca, her ne zaman Rami semtindeki o kışlanın yakınlarından geçsem, çiçeği burnunda bir sinemacı adayı olarak devletimle yaşadığım bu yürek burucu karşılaşmayı anımsarım.
O yüzden,
Sinan Çetin
'in yazıp yönettiği
“Kâğıt”
filmini izleyen sinemaseverler içinde, bu öyküyle en kolay empati kurabilecek insanlardan biriyim aslında…
Pekiyi, o hâlde, sözünü ettiğim empatiyi film boyunca neden bir türlü kuramadım?
Çünkü,
Çetin
'in ülkemizdeki
“bürokratik çürümüşlüğü”
eleştirirken, ona karşılık olarak getirdiği hiç bir somut önermesi, açılan boşlukları başarıyla dolduracak hiç bir özel formülü yok. Bütün söylemi, (üzerlerine bolca dökülmüş
“hedonist sos”
la birlikte)
“gözü kara bir liberallik”
ve
“yavan bir anarşistlik”
düzeyinde kalıyor.

“SINIFSAL SÖMÜRÜ ELEŞTİRİSİ”NDEN “HERŞEYİN ELEŞTİRİSİ”NE

Türk sinemasında, gerek meslekî serüvenini, gerekse kişisel görüşlerini en derinlemesine takip edebilme fırsatı bulduğum yönetmenlerden biri olarak,
Sinan Çetin
'i -yeniyetmelik zamanlarımdaki ilk ticarî gösteriminde bizzat sinema perdesinde izlediğim-
1980
tarihli
“Bir Günün Hikâyesi”
nden beri tanımaktayım.
O da benzer politik görüşleri paylaşan pek çok dönemdaşı gibi, yönetmenlik kariyerine (
12 Eylül
despotizminin hışmına uğramamak için) mümkün olduğunca inceltilmiş sosyalist yaklaşımlarla bezeli, ezilen sınıfların öykülerini sansür mekanizmasının dikkatini fazlaca çekmeden anlatmayı deneyen filmlerle başladı. Tıpkı
“Bir Günün Hikâyesi”
gibi,
“Çirkinler de Sever”
,
“Çiçek Abbas”
,
“14 Numara”
filmleri de en üst katmanında toplumun ilelebet kaybetmeye yazgılı ve
“yitik”
mensuplarının trajik hayatlarını irdeleyen görünümlerinin altında, gerçekte
ciddi sistem eleştirileri yapan
sol karakterli yapıtlardı.
Çetin
, kendi hayatında çok önem verdiği bir değer olarak,
“bireysel özgürlüğü”
cendereye alan sistematik baskılar yalnızca devletten değil, mensubu ya da karşısında durduğu politik kamplardan geldiğinde de benzer türden tepkileri gösteren gerçek bir âsiydi o zamanlar... Bu nedenle,
1986
yılında, anılan dönemin konjonktürü içinde son derece tehlikeli, en azından şeklen
“sol kesimde duran”
bir sanatçıyı düpedüz
“hainlik”
suçlamasıyla karşı karşıya bırakabilecek kadar riskli bir denemeye girişerek
“Prenses”
i çekti. Yasadışı sol örgütlenmeler içindeki dışarıya karşı ustalıkla kamufle edilmiş faşizan baskıları, bireyin kendi düşünceleri ve özgürlüğünü hiçe sayarak
“hücre tipi”
bir yapılanmayı hayatın merkezine oturtan despotik örgütçü bakışı yerden yere vurduğu bu film, beklendiği üzere, kirli iç sırlarını ortaya döktüğü çevrelerin dehşet içinde kalmasına yol açacaktı. Üniversite yıllarında ve yine sinema perdesinde izlediğim
“Prenses”
o günlerde sosyalist mahalleden öylesine ağır eleştiriler almıştı ki gelişmelere dışarıdan bakan bir gözlemci olarak benim bile
“Sinan Çetin bu saatten sonra bu piyasada bir daha film yapamaz”
diye düşündüğüm anlar olmuştu. Aynı filme ilişkin olarak,
ülkücü
ve
Türkçü
kesimlerin ise
“Bakın, gördünüz mü, bir de bize faşist diyorsunuz, solcu Sinan Çetin bile kendi mahallesi hakkında neler söylüyor, komünistler aslında bizden daha faşist bir örgütlenme yapısına sahip”
diyerek,
“Prenses”
i bir tür
aklanma argümanı
olarak kullandıklarını da gayet iyi anımsıyorum.
Kendi adıma belli ölçüde beğendiğim filmlerinden biri olan
1993
tarihli
“Berlin in Berlin”
de yine başka tür bir bireysel özgürlük alanına,
“Doğu kültüründe cinsel özgürlüğün kısıtlanması”
meselesine el atan yönetmenimiz, bir gurbetçi ailesinde yaşanan trajediler üzerinden bireysel bir öykü anlatır gibi yaparken, aslında bu kez de hedefine
“din”
ve
“gelenek”
gibi birbirinden güçlü iki kurumun ahlâkî dayatmalarını koymaktaydı. Ki kanımca
“Prenses”
ve
“Berlin in Berlin”
, bu açıdan benzeşen yönleriyle, yönetmenin
“Benim bireysel özgürlüğüm ve keyfim, yeryüzünde egemen olan her türlü ideolojiden, gökyüzündeki her formatta kutsaldan çok daha önemlidir”
şeklinde özetlenebilecek manifestosunun açıkça hissedilmeye başlandığı iki dönüm noktası film olmuştur.
Çetin
, meslek hayatının sonraki döneminde ise sözünü ettiğim manifestoyu adım adım netleştirerek, hattâ kamuoyu ya da ülke entelejansiyası tarafından yeterince anlaşılmadığını düşündüğü kimi durumlarda medyaya
“takviye bilgi”
mahiyetinde demeçler vererek, bu bakışı diğer yapıtlarına da aksettirdi. İçeriğini tam olarak bilemediğim
2002
yapımı
“Romantik”
i dışarıda tutarsak,
1995
tarihli
“Bay E”
,
1999
tarihli
“Propaganda”
ve
2000
tarihli
“Komser Şekspir”
hep bu yüksek sesli tepkiselliğin izini süren öyküler olarak belleklerimizde yer etti. Öyle ki bunlardan
“Propaganda”
, devlet aygıtı ve onun temsil ettiği bütün statükocu değerlere karşı yönetmenin duruşunu iyice belirgin kılmak adına, iyiden iyiye grotesk bir mizaha başvurmaktaydı. Tıpkı
Ali Özgentürk
'ün benzer bir grotesklik düzeyine erişen
1986
yapımı
“Bekçi”
sindeki (çalıştığı fabrikayı koruma görevinin kutsiyeti adına öz kızını bile fedâ eden)
Bekçi Murtaza
karakteri gibi,
“Propaganda”
nın işine aşkla bağlı gümrük muhafaza memuru
Mehdi
de (rahmetli
Kemâl Sunal
) hayattaki en yakın arkadaşı
Rahim
'i (
Metin Akpınar
) uyduruk bir sınır geçiş barikatının 20 santim önünde ya da arkasında tutmanın
“görev ciddiyetinin ayrılmaz bir parçası”
olduğuna gönülden inanacak kadar karikatürize bir tipti.

“HUKUK DÜZENİ”Nİ SAVUNMAK, “STATÜKO MANYAĞI” OLMAK DEMEK DEĞİLDİR!

Ve nihayet
Sinan Çetin
, çekimlerine
2008
yılında başladığı, ancak gösterimi bu yılı bulan son filmi
“Kâğıt”
ta, devlet mekanizmasına yönelttiği okların ucunu iyice sivrilterek bugüne kadarki en can yakıcı atışını yapmayı amaçlıyor.
Durum böyleyken, ben ise çeyrek yüzyıldır sinema üzerine yazıp çizen, bir ömürdür de kesintisizce film izleyen bir
“muhalif”
olarak,
Çetin
'in beyazperdede artık
ucu bucağı görünmeyen muhalifliğine
kendimi hiç de o kadar yakın hissedemiyorum. Üstelik, devletin bir çok bürokratik uygulamasına karşı yıllardır sürüp giden onca bireysel mücadeleme; hele hele sinemaseverliğinin başlangıç noktasında bile depresif bir bekçinin acımasız tokatları bulunan biri olmama rağmen!
Pekiyi, nedendir Çetin sinemasının son evresiyle yaşadığım bu empati kurma zorluğu? Ruhunu daha çocukken devlete satmış biri olduğumdan mı? Yoksa, devleti -tebâsına her ne cefâ çektirirse çektirsin- her durumda kutsayan tescilli bir faşistlikten mi kaynaklanıyor bu mazoşist tavrım?

İtimat buyurursanız, her ikisinden de değil elbette…

Kişisel gözlem ve deneyimlerim ışığında şunu artık çok iyi biliyorum ki bazen bireyin canını fena hâlde sıksa da devlet aygıtı içinde
yasalar, yönetmelikler, genelgeler, yönergeler, emirler, yazılı olmayan kurallar
ve dahi
gelenekler
“hayatî birer ihtiyaç”
konumundadır. Devlet de
“her bireyin mutlak düzeyde olgun olduğu; attığı bütün adımların toplumsal düzen, huzur ve asayiş açısından ne anlama geldiğini çok iyi bildiği”
ön kabûlünden hareketle yönetilebilecek kadar basit bir yapı değildir.
Adına "
devlet yönetimi"
dediğimiz bu karmaşık ağ, (
Rousseau
'nun
“Le Contrat Social”
inde tanımladığı üzere) koruyup kollamakla yükümlü olduğu
“gerçekten iyi niyetli ve olgun tebâsı”
için, toplumun geneline ayarında tutulmuş bir kuşkuculuk perspektifinden bakmaya mecburdur. Ki çürük meyveler de sağlamlarından ancak bu yöntemle ayrıştırılabilir.
Bürokrasi, vatandaşına karşı yalnızca despotluk mu sergiler? Çoğu kez nefretle karşıladığımız o bürokratik mekanizmanın bireye hiç bir hayrı olmaz mı?
Bu soruya
“Olmaz”
diye cevap veren kişinin samimiyetinden kesinlikle kuşku duyarım. Ya da en azından hafıza kayıtlarından…
Bazen basit bir kayıt işlemi için bizlerden istenen
4-5
evrakın peşinde koşturmak canımızı burnumuza getirebilir. Fakat o evraklar, aynı kaydın sağladığı imtiyazlar sonucunda başkasının yerine haksızca üniversite ya da KPSS sınavına girecek, bir takım özel şirketleri ya da kamu kurumlarını soymaya kalkışacak, birini öldürüp yurt dışına kaçmaya yeltenecek
“potansiyel bir suçlu”
yu peşinen frenleme görevini de üstlenmektedir. Sözgelimi
stratejik kurumlarda memuriyete giriş, pasaport alıp yurt dışına çıkış, devlete ait gizli bilgilere erişim kolaylığı
gibi durumlarda, işin hassasiyet derecesi arttıkça adayın karşısına çıkartılan bürokrasinin de artmasına paralel olarak, şimdiye kadar kimbilir kaç masum can kurtarılmış, kaç resmî ve özel kuruluş bu tür büyük tehditleri bertaraf etmiştir.
Havalimanındaki kontrol noktalarından geçerken, en az iki sefer ayakkabılarımıza kadar soyunup dökünmekten hiç hoşlanmıyoruz. İtiraf etmeliyim ki ben de bu uygulamadan hoşlanmıyorum.
Fakat, uçağa üzerinde C-4 patlayıcılarıyla sızmayı başarmış bir manyağın, kabindeki 150 kişiyle birlikte bizi de kendi idealleri (!) uğruna havaya uçurmasından hiç mi hiç hoşlanmayacağımız ise daha bir aşikârdır.
Üstelik, günümüzün dünyasında böylesine ciddi bir riski hesaba katmak
"fantazi üretmek"
falan da değildir. Tam aksine, benzer trajediler gevşek güvenlik önlemleri nedeniyle küresel havacılıkta defalarca yaşandı; hâlâ da yaşanıyor.
O zaman, pisi pisine ölmek istemiyorsak,
hem kendimize hem de bir uçak dolusu insanın hayatına duyduğumuz saygıyla
devletin güvenlik güçlerine beş dakikamızı vereceğiz; bunun başka bir yolu yok.
Hayatım boyunca pek çok defa canımı burnuma getirmiş olan devlet bürokrasisi,
1994
yılında askere gitmeden önce (ödeyemeyeceğim miktarlara ulaşmış) vergi borcum nedeniyle elimde bir dilekçeyle kendisine başvurup,
“Ben bu parayı bir seferde ödeyemiyorum. İyi niyetli bir mükellefim, fakat şu anda ödeme yapmaya gücüm yok. O yüzden yardımınızı rica ediyorum, yoksa gelip evimi haczedecek ve beni yeni evlendiğim eşimin önünde küçük düşüreceksiniz”
dediğimde, bana
“Defol git karşımızdan, ya paran ya canın!”
diye cevap vermemişti sözgelimi…
Beni dostça karşısına oturtup çay ısmarlayan vergi dairesi müdürü,
“Bizim en önde gelen amacımız, sizin gibi ahlâklı vergi mükellefleri yetiştirmektir; alacaklarımız ikinci planda gelir. Vatandaşlarımız bize iyi niyetle başvurduğunda, biz de tabiî ki onlara yardım etmekle yükümlüyüz”
diyerek borcumu askerlik hizmeti sonrasına ötelemiş ve yasaların elverdiği en minimum faiz yüküyle birlikte, geniş zamana yayılmış taksitler hâlinde ödeme yapmamı sağlamıştı. Üstelik, o günlerde şimdiki gibi
“orada burada bir sürü önemli adamı tanıyan popüler gazeteci”
pozisyonunda da değildim; yalnızca küçük bir kırtasiye malzemeleri toptancısını ayakta tutmaya çalışan isimsiz bir genç esnaftım. Fakat devlet benden yardımını yine de esirgemedi.

Sonraki yıllarda da gerek vergi borcu, gerekse başka bürokratik sıkıntılar olsun, usûlünce ve üslûbunca başvurduğumda, kimileri için en ileri düzeyde bunaltıcı olan o bürokrasiden defalarca yardım görmüşümdür.

Bundan hareketle, gelelim
sinema sektörüne uygulanan bürokrasiye
Meslek hayatı boyunca, en doğudan en batıya kadar
30
'a yakın ülkede televizyon programı çekimleri gerçekleştirdim. Bunlar arasında, ekip olarak sınırlarından içeri sallana sallana girip kimseye hesap vermeden çalıştığımız bir tek ülke bile hatırlamıyorum. Üstelik, o ülkelerle yaptığım bitmez tükenmez yazışmaların belgeleri de sayfa sayfa arşivimde durmaktadır.
1997
yılında çektiğimiz
“Soğuğun Kalbine Yolculuk”
belgeseli nedeniyle
“Grönland'ın buzullarına tekneyle yaklaşabilmek için”
Danimarkalı yetkililerden alınan bir tomar izin kâğıdından,
1999
'da
"Londra-Westminister Sarayı'nın önünde çekim yapabilmek için"
Kraliçe'nin askerî birliklerine yapılan başvurulara, Japonya'da
"ünlü bir sumo okuluna girebilmek için"
aylarca sürdürdüğümüz kıtalararası yazışmalardan, Romanya'da
"Dracula mitine ev sahipliği yapan Bran Şatosu çekimleri için"
attığımız taklalara kadar, klasörlerim yüzlerce sayfalık resmî belgeyle dolu…
Velhasıl, dünyanın hiç bir ülkesi bu anlamda
“dingonun ahırı”
değil… Her ülke, demokrasiyle kurduğu rabıtanın düzeyine paralel olarak, kimi zaman az, kimi zaman da çok sayıda belge istiyor sinemacılar ve televizyonculardan…

Ki bana göre öyle de olmalı zaten... Aksi durumda, kim ülkenin neresinde ne filmi çekiyor, çekim yaparken hangi tarihî eserin anasını ağlatıyor, yapılan çekimin amacı ziyaret edilen ülkeye yönelik dostça bir yaklaşım sergilemek midir, yoksa onu dünya çapında rezil etmeye yönelik kötü niyetli bir proje için midir bütün bu faaliyet; olup bitenleri anlamanın imkân ve ihtimâli yok.

Her devletin -toprakları üzerinde sahip olduğu egemenliğin doğal bir uzantısı olarak- yerli ve yabancı sinemacılarına
“Burada ne çekiyorsunuz, hangi koşullarda çalışacaksınız, kaç gün çekim yapacaksınız, çekiminizin konsepti nedir?”
gibi temel soruları sormaya, gerekiyorsa bunlarla ilgili izin belgeleri talep etmeye hakkı vardır. Bunların talep edilmesi, ne bireysel ne de kurumsal özgürlüklerin ihlâli anlamına gelmez.
Amerikalı ünlü aktör
Nicolas Cage
, şu günlerde yüzlerce oyuncu ve teknik elemanla birlikte,
“Hayalet Sürücü-2”
filmi için Kapadokya'da çekim yapıyor. Gidin sorun filmin
“location manager”
ine, aylar öncesinden başlayan bir yazışmayla gerek
Dışişleri Bakanlığı
'ndan, gerekse
bölgenin yerel yönetiminden
bütün idarî izinleri almış, yanı sıra doğal çevreye ve setteki kişilere zarar gelmesini engellemek için de her türlü güvenlik önlemini oluşturmuştur. Profesyonel çalışma mantığının ne demek olduğunu bizden iyi bilen Hollywood yapımcılarını sıkmaz bu tür izin bürokrasileri…
Hem zaten Türkiye'deki sinema bürokrasisi ne ki; aynı kişiler
“Hac'da belgesel çekimi yapmak”
ve hattâ
“Kâbe'nin üzerinden helikopterle uçmak”
için
Suudi Arabistan Krallığı
'ndan izin almasını da biliyorlar! Bu izin süreçlerinin nedenini-nasılını tartışmaksızın, yalnızca yapılması gerekenleri yaparak hedeflerine varıyor sektörün profesyonelleri…
O yüzdendir ki sistem muhalifliğinde belli bir tarihe kadar sağduyudan sapmadan iyi-kötü ilerlemeyi başarmış olan yapımcı, senarist ve yönetmen
Sinan Çetin
'in bugün itibarıyla geldiği nokta, artık sistemin en yıpranmış mağdurları açısından bile iknâ edici bir görünüm arz etmiyor.
“Kâğıt”
ın baş karakteri
Emrah
'ı canlandıran yetenekli aktör
Öner Erkan
'ın
“köhnemiş devlet bürokrasisi”
ni temsil eden
Müzeyyen Hanım
'a (
Asuman Dabak
) yasaklar ve bu yasakların kendi isyancılarını doğurmasıyla ilgili olarak attığı nutuk, belki bir eliyle ergenlik sivilcelerini mıncıklarken öteki elinde de bir
Bukowski
ya da
Kafka
kitabı bulunan (tabiî duvarda da mutlaka beresindeki yıldızıyla bir
Che posteri
olmalı!) taze ergenlerin gururlarını fazlasıyla okşayabilir. Ki zaten filmin çok uzun bir süre önce
Youtube
'a yüklenen fragmanının izlenme ve paylaşılma oranları, memlekette okşanmayı bekleyen ne kadar çok gurur olduğunu gösteriyor.
Ancak, şunu da iyi biliyoruz ki o nutkun irâd edildiği memleket, bünyesinde aynı zamanda
apartman komşusunun istirahat etme hakkını hiçe sayarak gece yarısı müzik setinin sesini sonuna kadar açan, kendi balkonundan aşağıdakilerin kafasına halı silken, zil zurna alkollü iken şehir içinde saatte 150 kilometre hızla otomobil kullanan, yaya geçidi ve trafik ışığı nedir bilmeyen, "park edilmez" yazan yerlere park eden, sıkışık trafikte herkes sırasını beklerken emniyet şeridinden pişkinlikle ilerleyen, sinemaya gittiğinde film boyunca yanındakilerle ya da cep telefonuyla konuşan, kendisine en ufak bir yan bakanı belindeki bıçağı ya da silahı çekip gözünü kırpmadan öldüren, yardım bahanesiyle kaşla göz arasında başkalarının kredi kartlarını kopyalayan, internet üzerinden banka hesaplarına girip boşaltan, hırsızlıktan içeri girip çıktığında en fazla üç ay sonra aynı suçla yeniden cezaevine dönen, gün ışığında durakta otobüs bekleyen işçi kadınları kaçırıp ırzına geçen ve sonrasında da öldüren, fırsatını bulduğu ilk anda bütün sınavlarda kopya çeken, hayatta karşısına çıkan her türlü zorlukta aklına gelen ilk çözüm adam dövmek, rüşvet alıp vermek, şeytanın bile aklına gelmeyecek türden hileli-hurdalı yollara sapmak olan ve nihayet ömrü boyunca en asgarî düzeyde çalışıp en azamî düzeyde zengin yaşamayı hayâl eden
milyonlarca
“arızalı kişi”
yi barındırmakta…
Üstelik, bu arızalı tipleri aramızdan kovup gönderebileceğimiz herhangi bir ülke de yok.
“Kana kan-intikam”
sisteminin yürürlükte olduğu eski çağlarda,
İngilizler
iflah olmaz haydutlarını
“dev bir hapishane”
olarak kullandıkları
Avustralya
kıtasına,
Fransızlar
da
Karayipler
'deki
Şeytan Adası
'na sürerlermiş.
“Muasır medeniyet”
in hüküm sürdüğü bu âhir zamanda ise bizler suça meyyâl böylesi kişiliklerle aynı topraklarda yürümek ve aynı havayı solumak zorundayız. Gerçek buysa, o hâlde devlet de bizleri her şekilde onların şerrinden korumakla yükümlüdür. Hem de başımıza henüz bir bela açılmadan! Bunun için de gerekiyorsa her düzeyde bürokrasiye katlanılabilir.
Aynı şekilde, sinemacılar da
“hata”
dan,
“kötü niyet”
ten ya da
“çevreye karşı ihmâl”
den münezzeh bir insan grubu değildir. Onların da ticarî bir filme girişirken işbirliği yapacakları sanatçılar ve teknik elemanlar, içinde/üzerinde çalışacakları mekânlar için belli izin prosedürlerinden geçmelerinde
“bireysel özgürlükler”
açısından herhangi bir beis yoktur. Tam aksine, böyle bir izin sistemi, hem çalıştırılan kişilerin özlük haklarının, hem de çalışılan çevredeki tarihî ve doğal güzelliklerin (bu arada askerî sırların) korunmasını güvence altına alacaktır.
“Çekilecek senaryo”
nun içerik denetimine tâbi tutulması, bunlara göre biraz daha farklı bir mahiyet arz etmekle birlikte, ben bunun da mümkün olan en demokratik düzlemde, fakat mutlaka yapılması taraftarıyım. Çünkü,
“bireysel özgürlük”
olgusuna entelektüel açıdan
Sinan Çetin
gibi yaklaşan bir çok insanın bu olguya kendi kafasında tanıdığı manevra alanı öylesine geniş ki, bir bakıyorsunuz bireyin
“özgürlük”
dediği şey toplum için gerçek bir
“yıkım”
a dönüşebiliyor. Özgürlükteki sınırları hakkaniyet çerçevesinde belirlemeye çalışmak, elbette ki kaygan bir zemine adım atmak demektir. Fakat, yaşadığımız ülke maddî ve manevî açıdan kalkındıkça, demokratik algılarımız gelişip hayatın her cephesine nüfuz ettikçe, bunun da mutlak düzeyde olmasa bile ideale yakın formülleri bulunacaktır. Aksi bir durumda, sınıf arkadaşı olan kızı bin bir laf cambazlıklarıyla iknâ edip okul bitirme tezi olarak
“porno film”
çeken o acınası genç adamın özgürlük talebine benzeyen yeniyetme serzenişlerinin sonu hiç gelmeyecektir.
Meseleye objektif bakabilmenin tek yolu, kendinizi porno film yaparak tez hazırlayan ultra-entel arkadaşın yerine koyduğunuz gibi, en azından beş dakikalığına da aynı filmde oyunculuğu üstlenen kızın, hemen ardından o kızın anne-babasının yerine koymanızdır.
Şu âlemde hiç bir ebeveyn çocuklarını dünyaya
porno sektörünün mezesi olsun
diye getirmiyor. Duydunuz mu bugüne kadar
“Benim kızım/oğlum büyüyünce inşaallah pek ünlü bir porno oyuncusu olacak”
diyen bir anne ya da baba?

GENÇ DİNDARLARIN DUYDUKLARINDA AYILIP BAYILDIKLARI, AYARTICI BİR SÖYLEM…

İyi bir sinemacı olduğu kadar usta bir reklâmcı ve başarılı bir müzakereci de olan
Çetin
, bir tarafından bakılınca gayet
anarşistçe
, diğer tarafından
hedonistçe
, üçüncü bir tarafından bakıldığında ise gayet
liberalce
gözüken, fakat kendi adıma henüz net bir kalıba oturtamadığım bu
“bireye sonsuz özgürlük”
söylemine farklı kesimlerden taraftarlar bulabilmek için oltayı yalnızca cendere içindeki sol çevrelere değil, sıklıkla
“bizim mahalle”
ye de atıyor.
Kendisiyle yapılan röportajlarda sürekli olarak
“başörtüsü yasağını anlamsız bulduğundan”
dem vurması nedeniyle, son yıllarda kapısını çalmadık bir tek
başörtülü muhabir
kalmadı sözgelimi… İslâmî kesimden (örtülü olmanın idarî alanda doğurduğu sıkıntıları fazlasıyla bilen, böylesi bir dinsel adanmışlığın bedelini günlük hayatlarının her cephesinde çatır çatır ödemekte olan) ne kadar kadın gazeteci varsa, bu meslektaşlarımız toplumdan nicedir duymayı arzuladıkları güzel sözleri duymak, görmek istedikleri merhameti yakalayabilmek için heyecanla
Çetin
'in kapısını çalıyor; o da her mülâkatında söz konusu hassas alana girip bol keseden özgürlük dağıtıyor.
Ki aynı bonkör tavrın medyamızdaki diğer bir örneği de deneyimli köşe yazarı
Gülay Göktürk
hanımdır. O da İslâmî kesim, özellikle de kadın dindarlar için onların
“yabancılardan”
duymak istedikleri şefkat sözcüklerini pek çok yazısı ve televizyon söyleşisinde cömertçe saçmış, bu sayede 1990'ların sonlarından başlayıp 2000'lerin ortalarına kadarki süreçte
“bizim mahalle”
de hatırı sayılır bir hayran kitlesi kazanmıştı. Ta ki, aynı uçsuz bucaksız özgürlük algısının kaçınılmaz bir biçimde
“pedofiliyi de (küçük çocuk seviciliği ve bunu işleyen yasadışı porno filmler) bir başka bireysel özgürlük türü olarak gördüğünü”
savlayan pek ünlü köşe yazısına kadar… İşte o gün,
Göktürk
'e râm olmuş durumdaki milyonlarca dindar genç kızımız, çağı aşan düzeyde özgürlükçü ablalarından duydukları bu kötü sözlerle bir anda yıkılıverecekti!
Sinan Çetin
'in de son yıllarda orada burada yayımlanan istisnasız her röportajında dikkatimi çeken ayartıcı bir tavırdır bu… Fragmanı üzerinden aylardır halk avcılığı yapıp duran
“Kâğıt”
filminde, mağdur konumundaki ana karakterin yasakçı karaktere karşı dillendirdiği (aslında satır satır
Çetin
'in muhayyilesine ait) o manifestonun bir yerlerindeki
“İnsanların başlarına ne takıp ne takmayacakları…”
ifadesini yakalayan hatırı sayılır miktarda İslâmcının mest oluşunun, sırf o cümle parçacığı yüzden filmin fragmanını geçen yılki referandum sürecinde sosyal paylaşım sitelerinde âdeta bir
Yücel Çakmaklı filmi
gibi (hoş, onun bir filmi olsa asla bu düzeyde paylaşılmazdı ya!) elden elden dolaştırıp haddinden fazla yüceltmelerinin en yakın tanıklarından biriyim.
Ancak, böylesi durumlarda kendisini
“büyük resmi görmeye”
alıştırmış bir sinemasever ve vatandaş olarak, hemen
3-4 saniye sonrasında
gelen
“Ne yiyecekleri… Ne giyecekleri… Bunlara yasalar karar verebilir mi?”
gibi diğer cümle parçacıklarıyla, yönetmenin (bizim naif dindarlara bakacak olursanız, yalnızca kendilerine dağıtılan ulufeyi) aslında, aynı dindarların düşüncelerinden hiç haz etmedikleri ve etmeyecekleri bir sürü kesime de benzer bir cömertlik içinde sunduğunu görürsünüz.
Çünkü, tıpkı İslâmî kesimde yıldızı artık büyük ölçüde sönmüş olan
Gülay Göktürk
gibi,
Sinan Çetin
'in de temel derdi
“dinsel özgürlükler alanının genişletilmesi”
falan değildir. Onun istediği yegâne şey, birey olarak zirve yapmış hedonizmi ve biraz da alaturka anarşizmi içinde,
“herkesin her istediğini yönetici erk ve toplum tarafından sorgulanmaksızın rahatça yapabileceği bir dünya ideali”
ne ulaşmaktır. Bu acayip harmanın içinde, filmin yaydığı yukarıdaki mesajlardan hareketle,
“domuz etinin canı çeken herkes tarafından rahatça üretilip tüketilmesi”
de vardır,
“ülkenin denize kıyı yörelerinde açılacak düzinelerce çıplaklar kampı”
da,
“bekâretin hiç sorgulanmadığı yepyeni bir ahlâk düzeni”
de…
Çetin
, devlet bürokrasisinin, dinin, geleneklerin günlük hayatta önüne çıkardığı her türden denetimi
“özgürlük alanına saldırı”
olarak değerlendirdiği ve bu tür müdahaleleri de
“devletin kutsallaştırılması”
şeklinde tanımladığından,
“tabuları yıkmak”
gibi hem göze hem kulağa hoş gelen bir tabelanın altında canını sıkan her ne varsa, filmleri ve röportajlarında onlara tekme-tokat girişiyor. Onun çok geniş bir havzayı kuşatan bütün bu özgürlük söylemlerinden yalnızca işlerine gelen bir tanesini,
“Yükseköğrenimde başörtüsü serbest olsun”
cümlesini cımbızla çekip alarak mutlu olan genç dindarlarımız da karşı mahallede şimdiye kadar (
Göktürk
hariç) benzerini hiç göremedikleri türden
özgürlükçü bir kahramana
kavuşmuş olmanın sevinç çığlıkları içinde
Çetin'
'i kendi özellerinde gitgide bayraklaştırmaktalar...
Oysa, dediğim gibi, polemik çıkarma potansiyeli yüksek olan bu değerli sinemacımız, günümüzde
“başörtüsü özgürlüğü”
konusunda ne kadar özgürlükçüyse, bundan
25 yıl önce
erotik dergi
“Erkekçe”
nin kapağındaki çıplak kadın fotoğraflarını çekerken de aynı düzeyde özgürlükçü bir duruşa sahipti. Girin bakın o dönemin erkek dergilerinin cilt cilt saklandığı arşivlere; bir sürü kapakta ya da iç fotoğrafta
Çetin'in imzasını
göreceksiniz.

"SINIRSIZ ÖZGÜRLÜK" MÜ? ŞAKA MI YAPIYORSUNUZ?

Daha önce de başka bir yazımda kullanmıştım. Büyük İngiliz yazarı
Bernard Shaw
,
“Gençliğinde isyankâr olmayanın, muhalif olmayanın, bu muhalif ve isyancı tavrı doyurmak üzere sosyalist hareketlere katılmayanın ruhu yoktur”
der. Buna karşılık, hemen ardından şunu ekler:
“Fakat, 40'larına geldiğinde hâlâ sosyalist kalmakta direnenin de aklı yoktur!”
Biz de gençlik yıllarımızda bu tür
“gazlamalar”
dan çabucak etkilenirdik. Fakat, yıllar geçip de anarşizmin, yasa, kural, gelenek ve ahlâk karşıtlığının, bireysel özgürlükleri yücelteceğim diye toplumsal huzuru ve direnci çözmeye çalışmanın uzun vadede ne bireye ne de ait olduğu topluma herhangi bir fayda sağlamayacağını, kişisel deneyimlerimizin ışığında burnumuz sürtüle sürtüle öğrendik.
Daha bu yazıyı yazdığım akşam, eşim ve çocuklarımla birlikte gittiğim sinemada bir grup genç zibidiyi az daha salondan dışarı attıracaktım. Onca yolu katederek ve onca masrafı göze alarak gittiğimiz bir mekânda, filmin ilk yarısı boyunca salondaki diğer insanlara karşı hiç bir saygı emaresi taşımaksızın ayaklarıyla sıralara vurarak, kendi aralarında bağıra çağıra konuşarak, telefonlarıyla oynayıp ortalığı ışığa boğarak, izlemeye çalıştığımız filmi bizlere zehir ettiler çünkü… Arkama dönüp de
“Eğer bu hareketlerinize beş dakika daha devam ederseniz, hem sinema yönetimine haber vereceğim, hem de polis çağıracağım”
demeseydim, aynı hareketleri hiç bir pişmanlık sergilemeksizin ikinci yarıda da sürdüreceklerine adım kadar emindim. Çünkü, sinemaya film izlemeye değil rezillik çıkarmaya gelmişlerdi ve
“karanlık bir salonda film izleme”
âdabına ilişkin en ufak bir fikirleri bile yoktu.
“Bireysel olgunluk”
anlamında kendi zirvesine ulaşmış bir toplumda bazı önleyici yasaların yumuşatılması ve yasakların kalkması elbette ki gereklidir; dahası böyle bir özgürleştirme hareketi o toplumlara fazlasıyla yakışır. Örneğin,
Almanya
'daki hiç bir metro istasyonunda
biletleri insanlar satmaz.
Paranızı bir cihaza sokar, para üstüyle birlikte biletinizi alır, sonra da gelen metroya binip gidersiniz. Ortalıkta süreci denetleyecek bir tek görevli bile yoktur. Bilet ücretlerinin mesafeye göre değişkenlik gösterdiği bu sistem içinde Alman devleti sizin vicdanınıza güvenerek tepenize denetleyici kişiler dikmemiştir. Yasa koyucu, metro şebekesinden yararlanan herkesin biletini dürüstlükle satın aldığını varsayar.
Ancak, insanların bir dönem
“buz kalıplarından telefon jetonları”
yaptıkları, sonrasında
“sahte İETT biletleri”
bastıkları, günümüzde de
“başkasına ait indirim ulaşım kartları”
nı kullandıkları ve bundan hiç bir vicdanî rahatsızlık duymadıkları bir ülke için, benzer türden bir özgürleştirme süreci en azından an itibarıyla fazladır. Zaten, bir biçimde uygulanmaya başlansa bile, bizdeki -henüz yeterince kemâle ermemiş- toplumsal bilinç ve vatandaşlık algısı bunu mutlaka geri kusacaktır.
Doğu illerinde -devlet daireleri hariç- milyonlarca Allah'ın kulunun
“Bu devlete vergi verilmez, bu devletin gönderdiği hiç bir fatura ödenmez”
diyerek
elektrik, su, doğalgaz
faturalarını ödemediği, nüfusun
yüzde 80
'inin bu tür enerji kaynaklarını kaçak bağlantıyla kullandığı ve bunu kesinlikle bir
“hırsızlık türü”
olarak görmediği, aksine
“devlet aygıtına yönelik yığınsal kalkışmanın en şerefli tezahürlerinden biri”
olarak alkışladığı bir ülkede yaşıyor; o kişilerin pişkinlikle ödemediği elektrik, su ve doğalgaz faturalarını kendi faturalarımıza yapılan dolaylı ve dolaysız bindirmeler yoluyla biz
“kötü batılılar”
ödüyoruz.
Böyle bir ülkeye mi her alanda sınırsız özgürlük tanınmalıdır?
O yüzden,
Sinan Çetin
'in son yıllardaki bütün filmleri gibi bu yeni filmini de buram buram kuşatan
“sistem karşıtlığı”
nın bırakınız muhalif ruhumu okşamasını, bu karşıtlığı düpedüz
“kaos davetçisi”
olarak görüyorum. Kaldı ki
Çetin
, kitlelere tavsiye ettiği o düzene kendi şirketi
Plato Film
'in iç bürokrasisinde bile uymayacak kadar ayağı yere sağlam basan, alabildiğine
rasyonel
bir adamdır. Bütün evrakları ve ödemeleri tamam olmadan, dışarıya bir kamera ayağı dahi çıkarttırmaz!
Bu fakire gelince… Aradan geçen
27 yıl
, bana o soğuk kış gününde
“Ne yapıyonuz len siz burada puştlar!”
diye bağıran zavallı bekçiden
nefret etmeyi değil
, ruhuma yıllarca kısa film çekerken travmalar yaşatan o adamcağıza bile
acımayı öğretti.
Devlet ona açık bir arazide
40-50
tane -gümrüğü ödenmediği için el konulan- otomobili teslim etmiş ve
“Bunlardan bir tekinin kapı kolu çalınırsa senden bilirim”
diyerek sıkı sıkı tenbihlemişti. Adamın da o küçük hayatındaki en büyük korkusu bu araçların başına bir şey gelmesiydi; yoksa ben ve arkadaşım değil…
“Kâğıt”
, yaşını başını almış bir adam olmasına rağmen bıyığı yeni terlemeye başlamış toy bir delikanlının hayata isyan ediş biçimini anımsatan muhalif yaklaşımı ve yıkmaya çalıştığı o karmaşık bürokratik yapının yerini dolduracak dişe kovuğa gelir hiç bir önerme sunmaması nedeniyle, sistem karşıtlığı bana son derece
“hayâlperest”
, dahası
“lüzûmsuz”
gelen bir yapıt… Buna karşılık, biçimsel kalitesi itibarıyla ise
“Propaganda”
ile birlikte şimdiye kadar gördüğüm en başarılı iki
Sinan Çetin
filminden biri.. İyi çekilmiş ve pek çok oyuncusunun üstlendikleri karakterlerin hakkını vermeye çalıştıkları özenli bir film... Bilhassa,
Öner Erkan
ve
Asuman Dabak
rollerinde tek kelimeyle döktürmekteler… Aynı şekilde, Türk sinemasının emektarı
Ayşen Gruda
da çok iyi...
Fakat, bütün bu biçimsel özellikler,
üst klasmandaki çekim ve oyunculuk gösterilerine
işaret ediyor. Yani, tamamen filmin
“zarf”
ına dönük artılar söz konusu... Ki ben de zaten
iki buçuk yıldızımı
onlara vermiş durumdayım.
Yoksa,
“mazruf”
temelden sorunlu ve yukarıdaki uzun değerlendirme yazısı da işin o boyutuna ilişkindi.
Çetin
'in bize uzattığı süslü zarfı açtığımızda, içinde okumaya değer çok fazla bir şey bulunmayan bir sinemayla karşılaşıyoruz. Fakat, şeklen oldukça şık, kıvrak ve ergenliğin öfke nöbetleri içinde debelenen belli bir toplumsal kesim için yeterince tavlayıcı!