Yapımcı, yönetmen ve senarist Sinan Çetin'in, ilk ipuçlarını 1980'lerin başlarındaki naif filmlerinde verdiği 'sol fraksiyonların vandal tavırlarını eleştiren mâkûl solcu' kimliği zaman içinde evrile evrile, en sonunda bütün yasa, kural ve gelenekleri kökten gereksiz görmeye başlayıp önüne çıkan her şeyi fütursuzca eleştiren 'ultra liberal-hedonist-anarşist karışımı' melez bir görünüme büründü. İyi de, Çetin'in hayâl ettiği türden bir yeryüzü cenneti de yok, böylesine sonsuz bir özgürlüğe lâyık insan türü de!
Korku ve şaşkınlıktan dolayı yerimizde donup kalmıştık. Köpekler adamın boyunduruğundan kurtulunca bir kaç saniye içinde yanımıza ulaşıp bizleri paçalarımızdan çekiştirmeye başladılar. Hemen ardından da öfkeli bekçi silahını çekmiş vaziyette yanımıza gelerek, aynı soruyu biraz daha farklı bir varyasyonda tekrarladı:
O soğuk kış günü, canından bezmiş bir güvenlik görevlisi olarak, haybeye geçen hayatının bütün hıncını bizden çıkarmaya kesin kararlıydı. Boyu kendi boyundan daha uzun iki delikanlıyı, hayatında karakolun kapısından içeri adres sormak için bile girmemiş iki genç insanı, sırf üzerindeki resmî üniforma ve belindeki (daha doğrusu elindeki!) beylik silahına güvenerek evire çevire dövdü. Şamarlarını suratıma öfkeyle saydırırken şunları çığırıyordu:
İtimat buyurursanız, her ikisinden de değil elbette…
Sonraki yıllarda da gerek vergi borcu, gerekse başka bürokratik sıkıntılar olsun, usûlünce ve üslûbunca başvurduğumda, kimileri için en ileri düzeyde bunaltıcı olan o bürokrasiden defalarca yardım görmüşümdür.
Ki bana göre öyle de olmalı zaten... Aksi durumda, kim ülkenin neresinde ne filmi çekiyor, çekim yaparken hangi tarihî eserin anasını ağlatıyor, yapılan çekimin amacı ziyaret edilen ülkeye yönelik dostça bir yaklaşım sergilemek midir, yoksa onu dünya çapında rezil etmeye yönelik kötü niyetli bir proje için midir bütün bu faaliyet; olup bitenleri anlamanın imkân ve ihtimâli yok.













