Geleneksel dünyada erdemlerden, erdemli bir hayat tarzından apayrı bir biçimde düşünülen mutluluk fikri yoktur. Mesela Eflatun, insanda “akıl, öfke ve şehvet” olmak üzere üç meleke ve her bir melekeye karşılık gelen bir erdem olduğu fikrindedir. Aklın erdemi bilgi, öfkenin erdemi yiğitlik, şehvetin erdemi ise iffettir ona göre. Adalet de temel erdemler arasındadır ama onu tarif etmek zor, melekesinin tespiti mümkün değildir. Ancak diğer üç temel erdemin ahenkli, insicamlı biçimde işleyişini hayal
Geleneksel dünyada erdemlerden, erdemli bir hayat tarzından apayrı bir biçimde düşünülen mutluluk fikri yoktur. Mesela Eflatun, insanda “akıl, öfke ve şehvet” olmak üzere üç meleke ve her bir melekeye karşılık gelen bir erdem olduğu fikrindedir. Aklın erdemi bilgi, öfkenin erdemi yiğitlik, şehvetin erdemi ise iffettir ona göre. Adalet de temel erdemler arasındadır ama onu tarif etmek zor, melekesinin tespiti mümkün değildir. Ancak diğer üç temel erdemin ahenkli, insicamlı biçimde işleyişini hayal ederek bir adalet tasavvuru oluşturabiliriz. Adalet, ancak diğer erdemler bir arada bulunduğu sırada ufukta beliren bir erdemdir. Adaleti böyle anlatmaya çalışan Eflatun için mutluluk da adalete, doğruluğa uygun davranmakla ortaya çıkan bir ruh halidir. Aynı şekilde mutsuzluk da ölçüsüzlük ve adaletsizlikten kaynaklanır.
Bugün anlık keyiflerde mutluluk arayan, mal mülk, şöhret ve güç sahipliğiyle mesut olmaya çalışan modern insanın adaletle mutluluk arasındaki bu bağlantıya ikna olması beklenemez ama bu tezleri öğrenen Müslüman düşünürler hemen doğruluğunu kabul ettiler; Eflatun’un mutluluk perspektifini savundular. Ona yaptıkları tek ilave, gerçek mutluluğun dünyevi değil uhrevi olduğu, en büyük mutluluğun (seadetü’l gusva) ahretteki güzel hayatta bulunduğu inancıydı.
Adalet Şurası’nda yaptığım konuşmada genel çerçeveyi böyle çizdikten sonra tekrar adalet mevzuuna odaklandım. Şunları söyledim: Demek ki adalet hem temel hem de tek başına tanımlanması çok zor ancak diğer erdemlerin harmonisiyle birlikte ve onların yanı sıra ortaya çıkan bir erdem… Bu dört temel erdemi insan vicdanının (psikanalitik dilde superego) ana koreografları olarak belirlersek, vicdan sayesinde beşerlikten insanlığa yükseldiğimizi de hesaba katarsak, öyle veya böyle adalet hissinin varoluşumuzda demirlemiş olduğu sonucuna ulaşabiliriz. Adalet hissi sadece varoluşumuzda demirlemiş olmakla kalmıyor, fakat aynı zamanda tüm davranışlarımıza da ayar veriyor.
Erdemler, ahlak felsefesinin içinde mütalaa edilir ama takdir edersiniz ki, onları hayata geçirecek olan bizatihi insandır. Erdemli bir insandan bahsettiğimizde artık kişiliğin ve psikolojin engebeli arazisinde geziniyoruzdur ve düşmemek için her türlü tedbiri alsak yeridir. Hükmümüz ve eylemimiz, ekonomik olarak çıkarımıza, siyaseten oy toplayıcı, hukuken meşru olsa bile ahlaken uygun değilse ya da katı bir ahlakçılık diğer alanlarla bütünlüğümüzü koparıyorsa, hemen içimizdeki adalet hissi devreye giriverir. Ki erdemler, iç dünyamızda tam da adalet hissinin üzerinde ikamet ederler. Adaletin timsali olan terazi, esasen iç dünyamızdadır. Kantarın topuzu kaçtığında, adil olunmadığında, içimizdeki adalet terazisinin sismografı kayda geçer. Vicdanımız sızlamaya başlar. Adil olmayan yargılamalardan sonra, hepsi bundan ibaret olmamalı dedirten, “ilahi adalet”in varlığından bizi emin kılan işte vicdanımızın bu kayıtları ve sızısıdır.
Bu söylediklerimiz, “Adalet nedir? Bir şeyi lâyık olduğu yere koymak. Zulüm nedir? Lâyık olmadığı yere koymak…” diyen Mevlâna sözüne bir parça açıklık getirebilir. “Adilleri adil yapan adalet değildir, adaleti adiller yapar; adalet onu savunacak adil kişiler var olduğu sürece değerlidir” ifadeleri artık bizim için daha anlaşılır ve gerçekçi hale gelir. Adaletin en nihayetinde erdemli insan işi olduğunu kavrarız.
Adaletin mutlaka üzerinde durmamız gereken bir özelliği daha var. Hangi erdemden bahsedersek edelim, erdem olarak hak ettiği değeri bulabilmeleri için belli bir oranda sebat etmeleri gerekiyor. Bu oranı aşmaları halinde erdem olarak değer yitimine uğruyorlar. Mesela yumuşaklık ve merhamet, adalet için şart olan adeta adaletin kökeninde bulunan erdemler. Haksızlığa uğrayan, zayıf ve mağdur olanın yanında yer almadan adil olmak mümkün değil. Ama bu ikisi asla adaletin yerini tutmadıkları gibi yumuşaklık ve merhamette ileri gitmek, haddi aşmak, amacının aksine, suçu ve suçluyu aklamak haline dönüşebiliyor. Aynı şekilde cömertlik erdeminin fazlası, fazlası zarar ve israfa, fazla minnet erdemi, aşırı bağlılık ve kendinden vazgeçme haline, çalışkanlık, kimseye hayrı olmayan bir işkolikliğe dönüşme potansiyeli taşıyor. Ama adalet farklı… O, “eksiksiz erdem, erdemlerin en kusursuzu” (Aristoteles),“mutlak anlamda iyi olan tek erdem” (Andre Comte-Sponville). O yüzden fazlasının hiçbir zararı bulunmuyor. Adaletin fazlası, dediysem lafın gelişi; ne kadar adil olmaya çalışırsak o kadar iyi manasına… O yüzden hep “adalet” diyelim, mütemadiyen adalet için mücadele edelim…
Bunları söyledim ve Batı’da ve İslami anlayışın hâkim olduğu Doğu’da adaletin görünümlerindeki ve ideallerindeki farklılıklara ve nedenlerine temas ederek bitirdim konuşmamı.