|
Musul ve Halep

Fizikî haritalar ile siyâsal haritalar arasında, bana her zaman traji-komik gelen bir çelişkiyi düşünmüşümdür. Bilindiği gibi fizikî haritalar sınır içermez. Varsa bile tabiî sınırlardır bunlar. Fizikî haritalarda dağlar, ırmaklar, çöller ; denizler ve göller insana sâkin bir nazarla bakar. Kullanılan renkler ne kadar da tabiîdir… Dağlar kahverengi; ırmak, göl ve denizler mavi; ovalar yeşil, çöller ise sarıdır. İster târih atlasları; ister güncel olarak “update” edilmiş hâliyle siyâsal haritalar ise bütün bu tabiî örtüyü bir çırpıda yok eder. Sun'i renk ayırımlarıyla coğrafya delik deşik, paramparça edilir. Siyâsal coğrafyaların dayattığı sınırların, tabiî renklerin yerine ikame ettiği renklerin sun'iliğini çok defâ görmezden gelir; ikincisini ilkinden daha fazla ciddiye alırız.



Fizikî haritalar ile siyâsal haritalar elbetteki beşeriyetin târihsel serencâmı hakkında fazlaca bir fikir vermiyor. Târih atlasları da aslında öyledir. Hâkimiyet sahalarının kimlerin elinde toplandığını bilmek; yâni târihe sâdece iktidar târihi açısından ve onun atlaslardaki izdüşümü üzerinden bakmak ,beşeriyetin serencamı hakkında bizlere sınırlı bir fikir kazandırabilir. Hâlbuki ticâretin; yâni mal ve hizmetlerin dolaşımı kıstas alınırsa siyâsal-târihsel haritalar anlamını kaybedecektir. Misâl verelim: İpek veyâ Baharat yolunu odağa alırsak, bizi çok başka bir haritanın beklediğini öngörebiliriz. Bu coğrafyanın renkleri ,olsa olsa ton farklarıyla ayrışacaktır.



Kültürel coğrafyalar ise , hangi değişkeni (etnik kökler ,yakınlıklar, inanç grupları vs) kullanırsak kullanalım ,siyâsal coğrafyalardan yine büyük sapmalar gösterecektir. Burada da yine olsa olsa renkler arası ton farkları bekleyecektir bizi.



Doğrusu bana en anlamlı gelebilecek olan hâritalar , zamanda karşılığı asırlara tekâbül eden “mukadderat bağları” temelinde hazırlanmış hâritalardır. Bu temelde hazırlanmış bir harita gördün mü, diye sormayın. Hemen söyleyeyim; belki vardır; aman ben görmedim. Görsem büyük bir heyecanla ayrıntılarına bırakırdım kendimi.



Târihsel mukadderat beraberliğini , gevşek (açık tonlar) ve sıkı (koyu tonlar) ilişkiler temelinde hangi parametrelere oturtmamız gerektiği, akademik-entelektüel zorluklar taşıyan meselelerdir. Ama burada belirleyici olan hususun; her nev'i kültürel farklılıkları aşan, içinde çok sayıda bölünme, itiş kakış, gönüllü, gönülsüz rastlaşmalar olsa da bir şekilde üstesinden gelinmiş, başarılmış ilişki ve etkileşimler olduğunu düşünüyorum. Burada işin maddî boyutunun çok belirleyici bir rol oynadığı teslim edilmelidir. İnsanları birarada yaşamaya ve bir barış tesis etmeye zorlayan bâzı tabiî , maddî mecburiyetler olmalıdır ki, farklılıklar sâdece bir zenginlik olarak kalsın, birbirine karşı usturalaşmasın. (Coğrafya kaderdir diyen İbn-i Hâldun'un kavrayışını yeri gelmişken selâmlayalım). Zihnimi spekülatif alanlara savurduğu için kullanmayı pek tercih etmem, ama farklılıkları birleştiren “medeniyet” denilen bir şey varsa , bu mecburiyet tahtında sağlanmış rızabirliği olmadan anlaşılamaz. Medeniyetin ethosu olsa olsa bu maddî temelden hareket eder. Değilse sadece bir ethos olarak, ne kadar değerli olursa olsun karşılığını bulamaz; edebî ve ebedî bir yalnızlığa gömülür.



Mecbûriyetin doğurduğu rastlaşmaların sıklığı, ardından gelen paylaşımlar ve etkileşimler, uzun zamanlar içinde kolayca tasfiye edilemeyecek birikimler doğuruyor. Farklılıklar kendi özgül muhitleri içinde kendisini çeşitlendirerek korurken mukadderat beraberliği içindeki büyük mâcuna katılıyor. Balkanlar, Küçük Asya ve Mezopotamya arasındaki târihsel mukadderat beraberliği; Tuna ile Fırat ve Dicle'nin ; Karadeniz ve Doğu Akdeniz'in târihsel mukadderat berâberliği burada işâret edilen hususlara birebir oturuyor. Biliyoruz asırlarca süren bu bağlar , modern maddî medeniyetin(?) gereklilikleri ile uyum göstermedi. Son 500 senelik târih en az 2000 senelik bu bağları ezdi geçti. Paramparça bir Balkanlar ve Ortadoğu çıkardı ortaya. Önce ulus-devletler; günümüzde ise ulus-altı farklılıklar bu coğrafyayı salladı. Bu temelde zihin dünyâmız da parçalandı. Herkes elinde kalan coğrafyayı târihsel kazanımı sandı. Bilincini(?) buna göre kurdu. Binlerce senelik bir birikimi ise lânetleyip bilinçaltına gömdü.



Modern maddî tarihin dünyâya biçtiği sınırlar, onun krizli târihinde daha krizli hâle getiriliyor. Şimdilik , tırmanan bu krizli süreçte daha da parçalanarak tutunmak arzusu, dargörüşlü Balkanlı veyâ Ortadoğu'lu siyâsetçilerin kolayına geliyor. Her aktör, kendisine göre “safra” bulduğu “yabancı” unsurlardan kendisini ayrıştırıp kendi yalnızlığında rahat etmek istiyor. Kimse düşünmüyor ki, yeni bölüşümün sonuçları ne olursa olsun, “diğerleri” ister gitsin ister kalsın, bu yalnızlaşma ve ayrışma coğrafyanın otokton halklarına hayır getirmeyecektir. Antep'ten, Urfa'dan; Antakya'dan kopmuş bir Halep; Halep'ten kopmuş bir Musul; kimlerin olursa olsun ve fiziken ne kadar onarılırsa onarılırsın; artık eskisi gibi parlak birer ticâret ve kültür şehirleri değil; olsa olsa kupkuru garnizon şehirler olarak ; sönmüş yıldızlar misâli varlığını devâm ettireceklerdir…..


#Musul
#Halep
8 yıl önce
Musul ve Halep
Ne olacak bu anne babaların hali?
Seçim sonrası ekonomide manzara nasıl?
Amerikan siyasetinin İsrail ‘trajedisi’
Jeopolitik sürpriz: ABD, Rusya ve İsrail nasıl anlaştı?
Nazlı seçmen günlerinde siyaset