Galeri Baraz, Türk resminin önemli isimlerinden Özdemir Altan’ın resim sergisine ev sahipliği yapıyor. Sergi 15 Nisan’a kadar da devam edecek. Bu sergiyi ve sanat hayatını konuşmak için Özdemir Altan’ın kapısını çaldık. Altan, “Fransızların bir sözü vardır, “à bon chat, bon rat.” Yani, “İyi kediye, iyi fare.” Ben de Zeki Faik İzer’in faresiydim” diyor.
Ben kendimi bildiğimden beri, galiba beş – altı yaşından beri resim yapıyorum. İlkokul ve ortaokulda da sınıfın ressamıydım. Çocuklar bana “ressam” derdi. Resim dersinde öğretmen benden kopya çekilmesin diye beni kürsüsüne oturturdu. Yani benim ki çocukluktan başlayan bir sevgiydi. Bu nedenle de küçük yaşta dünya sanatını tanımış oldum. Babam Kayseri’de demiryolu müfettişi olarak görev yaparken orada Halit Doral’dan ders almaya başladım. Kendisini her zaman sevgiyle anarım. Halk evinin resim atölyesinin hocasıydı. Ben ortaokuldayken oraya devam ettim. Beni kendi çocuğu gibi sevdi.
RÖPRODÜKSİYONLARI SAKLARDIM
Kayseri’de halk evinin penceresinden dışarıyı izler, lahana tarlalarının Van Gogh gibi resmini yapardım. Sanatı öğrenmek için gelmiş geçmiş zamanların büyük sanatçıları idealize etmek lazım. Sevmek lazım. Ben de özellikle Cezanne, Van Gogh, Gauguin seviyordum. Dergilerde çıkan röprodüksiyonları kesip saklardım.
Kitapçıya Life dergisi gelirdi. Arada bir orta sayfalarında röprodüksiyonlar çıkardı. Onları kesip, bir deftere yapıştırıp ciltçide kitaplaştırıyordum. O müthiş bir aşktı.
Giriş sınavında başarılı oldum çünkü çok çalışıyorum. Kayseri’de desen çiziyordum ve giriş sınavı da desen üzerineydi. Ancak sonuçlara bakmaya gittiğimizde ilk önce adımı listede görememiştim. Meğer heyecandan yanlış listeye bakmışım.
Arkadaşlarım çok idealist insanlardı. Herkes büyük ressam almak istiyordu. Mümtaz Işıngör, Erdal Alantar gibi arkadaşlarımla bir grubumuz vardı. Onlarla hep resimden bahsederdik. Öğle tatili olduğunda Fındıklı’daki fırından ekmek alıp, içine helva koydurup atölyeye geri dönerdik. Yerken de resimlerimizi yan yana koyar izlerdik. Sonra fark ederdik ki herkes kendi resmine bakıyor.
ZEKİ FAİK İZER BÜYÜK ŞANS
Zeki Faik İzer büyük bir şanstır. Onun atölyesine de Halis Doral’ın tavsiyesiyle gitmiştim. Halis Doral da akademilidir. Onun öğrencisi olmak çok değerliydi. Bugün ben hem kuzey sanatını hem güney sanatını severim. Bütün dünya sanatını sevmişimdir. Bunu da Zeki Faik İzer’e borçluyumdur.
Önemli iki şey var. Sanat tarihi hocamız Burhan Toprak’tı. Kendisi yoğun cümleler kurar, sonra da “ne demek istedim?” diye sorardı. Ben cevap verince, “sen akıllı bir adama benziyorsun gel bakayım öne otur” demişti. Aynı şekilde modelaj dersinde çamurlu kopya yapardık. Hocamız da heykeltraş Zühtü Müridoğlu’ydu. Bir gün derse, kendisinden desen dersi de aldığımız Halil Dikmen geldi. İki hocamız birlikte benim başıma yanıma geldiler. Halil Bey, “Bu genç çok yetenekli değil mi?” dedi. Zühtü Bey ise, “Bir şeyler koparacak” cevabını verdi. Bu anılar benim için çok değerlidir.
Benim büyük keşfim
Bu benim büyük keşfimdir. Sanat birbirinden farklı kavram, köken, yapı ve mantıkların birleşmesinden meydana gelir. Ben bu kafa yapısını ortaya çıkarınca daha radikal biçimde uygulamaya koyuldum. Öyle bir resim yapmalıyım ki bundaki elamanlar birbirlerinden taban tabana zıt olsun. Akademi’nin Osman Hamdi Bey Salon’Undaki geçici pano için öğrencilerimden birbirinden farklı sanat eserleri istedim. Herkes bir şey getirdi. Ortaya bir şaheser çıktı ama beni tatmin etmedi. Biz bunu “estetize ettik” diyerek çeşitli haritalar üzerinden çalışmaya başladım.
Soyağacı hâlâ devam ediyor
Bu serginin özelliği benim çeşitli dönemlerimden az sayıda resimleri bir araya getirmesidir. Orada bulunan on bir resimden iki tanesi Don Kişot, diğerleri ise soyağacındandır. Yahşi Bey buraya gelip, resimleri kendisi seçti.
Dayım Sabih Bey, doktordur. Kendisi Bursalı olan anne tarafımın soyağacını çıkarttırmış. Annem bu soyağacını bana gösterince, “bundan sanat çıkar” dedim. Dokuz ayrı dönemim vardır. Fakat 1990’da başlayan soyağacı hâlâ devam ediyor. Bu atölyedeki çoğu eser de soyağcındandır.
İsim koyma meselesinin düşmanıyım. Çünkü bu bir amatör işidir. Yani sanatına güvenmiyor, onu süslüyor demektir. Bakınız, Wagner’in ve Mozart’ın operalarında konular öyle komiktir ki, hepsi çocuk işidir. Ama şaheserdirler. Basit bir konuyu ele alıp, kendi sanatını gösterirler. Sanatımızı süsleyemeyiz. Onu takviye edici güçler kullanamayız. Sanatımızla baş başayız. Çünkü bütün gücümüz odur. İsim koymak onu süslemek, kıymetli kılmaya çalışmaktır.
“Birer dünya şaheseri”
Halıyı da Zeki Faik İzer’e borçluyum. Fransızların bir sözü vardır, “à bon chat, bon rat.” Yani, “İyi kediye, iyi fare.” Ben de Zeki Faik İzer’in faresiydim. Zeki Faik atölyesine Jean Lurçat ile ilgili bir kitap getirdi. Bu goblen halı kitabıydı. Sonra da bize bununla alakalı bir çizim ödevi verdi. Ben tabi buna bayıldım. İlerde halı yapmayı da kafaya koydum. Aradan yıllar geçtikten sonra Harbiye’deki İstanbul Radyo Evi’nin duvarları için Melih Cevdet Anday’ın isteğiyle bir yarışma açıldı. Bu yarışma için bir halı projesi hazırladım ve kazandım. Ancak goblen tekniği bizde bilinmiyordu. Yarışma gereği de önce bir örnek dokunacak, sonra orijinaline geçilecekti. Afyon’da, Uşak’ta köy, köy halı atölyelerini gezdim. Baktım ki goblen, kilime benziyor. İstanbul’a dönünce Tatbiki Güzel Sanatlar’daki arkadaşlardan kilim yapmayı öğrendim. Bunun üzerine çalışırken gobleni çıkarttım. Ondan sonra tezgâh yaptırdım ve arkadaşlarımın, öğrencilerimin de yardımıyla halıyı dokudum. Ödül 110 bin liraydı, maliyet 130-140 bine ulaştı. Ay başında maaşı aldığımda herkese hakkını verir, parasız eve dönerdim. Halılar dokunurken Zeki Faik İzer Paris’teydi. Döndüğünde halıları görünce, “Özdemir dostum, bunlar dünya şaheseri” demişti.