O günlerde kırklı yaşlarındadır, altı kitabı vardır ve Dergâh Dergisi henüz yayımlanmaya başlamamıştır. İşte şu kadar sene olmuştur İstanbul’a geleli de ne Boğaz’ın semtlerini ne Üsküdar’ın mahallelerini, İstanbul’u yeterince tanımadığını fark eder. Bir karar ile kâh otobüsle, minibüsle kâh yürüyerek vurur kendini İstanbul’a, sevdiğine, insan eliyle sakatlanmış bir güzelliğe. Sokak sokak, semt semt gezip görür. Amma velakin öyle görmekten de üzülür, kederlenir, hayıflanır hatta “Görmedim gezip de acı duymadığım bir yer” der… Kalem durur mu? O da notlar alır; “Topkapı’dan Topkapı’ya”, “Haliç ile Çepeçevre İstanbul” ve “Boğaziçi” deyip üç kitap yazar. Sonra yıllar geçer, yazdığını unutur. Öyle bir unutur ki; onca kitap yayımlanır da bu üç kitap, kendi kaderi içinde otuz yıl sırra kadem basar. Nihayet üç kitap birden kütüphane düzenlemesi vaktinde tozlarını atıp otuz seneden biraz fazlasına gözlerini açar ve böylece Mustafa Kutlu külliyatına eklenir. Dün kapılarını açan 7. Üsküdar Kitap Fuarı’nın onur yazarı olan Mustafa Kutlu’nun bir hikayeci gözüyle Suriçi, Haliç çevresi ve Boğaziçi’ne yaptığı gezileri anlattığı bu kitaplar aşağı yukarı otuz yıllık değişimi anlatıyor. Bu nedenle de İstanbul’la ilgilenen yazar, şair, fotoğrafçı, belediyeci, şehir tarihçisi kim varsa, hepsinin okuması lazım gelen kitaplar. Biz de bu gezi kitaplarını vesile edip Mustafa Kutlu’ya, Mustafa Kutlu’nun İstanbul’unu sorduk. Haliç, Topkapı, Boğaziçi dedik ama arabesk, futbol, resim, çevrecilik, toplumsal değişim ve daha fazlasını dinledik.
Doğru bilmişim yanlış bilmişimden ziyade, “Bir zamanlar maziye bak ne kadar şendik” diyerek, gençlik duyguları ve hatıraları canlandı gözümde. Bir de bugün yazsam o çerçevede yazamam diye düşündüm. Zamanın hissiyatı, gençliği, üslubu, bana göre insanların yaşlarına göre. Çok sevdiğim yerler oldu, kendi hatıratım olduğu için biraz da. Söylemesi ayıp, iyi yazmışım dediğim oldu. Hep o dolaştığım yerler gözümün önünden geldi geçti. Bir de önsözde belirttim, keşke fotoğraf çekmiş olsaydım dedim. Gönül istiyor ki sağlığım yerinde olsa o yerleri tekrar bir daha dolaşsam. O zamandan bu zamana ne olmuş acaba, onlara baksam.
İSTANBUL DEMEK SURİÇİ’YDİ
Yüzbinlerce belki de yayın var ve bunların yüzden doksan dokuzu eski İstanbulla ilgilidir. Ama otuz yıl öncesi İstanbul’u anlatan kitap bulunmaz pek. Hatta belki de yoktur.
n Bir kavramınız var: “Uzak İstanbullar”. Esenler, Bağcılar, Sultanbeyli’nin adı Uzak İstanbullar. Her biri Anadolu’daki şehirler kadar, hatta daha büyük. Sizce adları hâlâ Uzak İstanbullar mı? Bugün olsa başka bir ad mı bulursunuz?
Yetmişli yılların başına kadar Londra Asfaltı’nda, bu Edirne’ye doğru yolun son durağında Ömür Yoğurdu denilen bir yer vardı. Oradan ilerisinde semt yoktu. Şehir o kadar ilerilere doğru gitti ki. Bunlar işte Uzak İstanbullar’dır, İstanbul Suriçi’dir. Oralar şehir falan değil. İstanbul değil, şehre benzemeyen yerler.
KÖYLÜNÜN ÇEVREYLE BİR SORUNU YOKTUR
Kendi geçmişimi ele geçirmiş gibi oldum. Gençlik yıllarımın, duygularını, düşüncelerini, hissiyatını sanki onları yeniden yaşamış gibi oldum. Dolayısıyla bende bu ferahlık uyandırdı. Bir de iyi bir iş yapmışım dedim kendi kendime.
Çevrecilik tıpkı feminizm gibi bize dışardan empoze edilmiş bir şey. Bizimkilerin çevreden anladığı, geniş kitleleri söylüyorum, çevre dediği şey, parklardaki tabelalardan ibarettir; “Yeşili koru, turisti sev.” Bakar bakar, okur geçerler. Çevre işine kara budun veya halk dediğimizin pek aldırdığı yoktur. Çünkü yüzde yetmişi köylüdür. Köylünün çevreyle bir problemi yoktur. Onu yapanlar hayvan haklarından başlıyorlar, insan haklarından hukukun üstünlüğünden, feminizmden devam ediyorlar. Greenpeace ağababaları. Bana göre bu çevre hareketlerini örgütleyen kapitalist şirketlerdir. Sivil toplum için de ben aynı şeyleri söylüyorum. Sivil toplum örgütlerini kazırsanız altından ya sermaye ya devlet çıkar.
Ben çizmedim. Benim çok sevdiğim Kütahyalı ressam Ahmet Yakuboğlu’nun eseri, Melamimeşrep bir zattı. Onun İstanbul, Boğaziçi resimleri olağanüstü güzeldir. Ahmet Yakupoğlu o kadar İstanbul ve Boğaz tutkunu ki manzarayı bozuyor diye hiçbir resminde Boğaz Köprüsü’nü yapmamıştır.
Elbette. İstanbul dediğimiz hadisenin bütün hususiyetini aksettiren bir tek mekân kaldı; Boğaziçi o da.
İSTANBUL KURTARILMIŞ ADACIKLARA DÖNDÜ
- - Geri dönüş mümkün mü peki?
- İstanbul’u adacıklar temsil ediyor. Çelik Gülersoy Soğukçeşme Sokağı’nı yaptı. Diyelim ki bir fotoğraf çektireceksiniz ama yaşamayan bir sokak, pastoral, kremalı pasta gibi. Ama yapılmış bir şey. İyi ki yapmış. Kariye Camii yine. Etrafındaki ahşap binalar. Burası da bir başka adacık. Sultanahmet Meydanı, bir ada. Birtakım adacıklar işte kalmış geriye. Boğaz’ı da bir taraf bırakalım, ne kadar örselenirse örselensin Boğaz Boğaz’dır. İzmit’ten Tekirdağ’a kadar kördüğüm olmuş. Bir çare, bir şifa bulacağını sanmıyorum.
DEĞİŞİM İSTANBUL’DA VÜCUT BULUR
Bu çok hususi bir şey. Ben bir sanat tarihçisi, sosyolog, turist rehberi gibi dolaşmadım. Benim İstanbul’la kurduğum kişisel bir şey bu. Ama şunu söyleyebilirim, benim yazı hayatımın bu sene elli dördüncü senesi; hep Türkiye’deki toplumsal değişimi takip etmişim. Dolayısıyla toplumsal değişimin Türkiye’deki ilerleyişi, İstanbul’daki vücut bulduğu hali bakımından, dünden bugüne baktığım zaman doğru yolda olduğumu söyleyebilirim. Hep aynı meselelerin üzerinde durmuşum.
- - Şimdi sizin gibi İstanbul’u gezmeye heves edenlere bir gezi güzergahı tavsiyeniz olur mu, şuradan başlasınlar der misiniz?
- Bence Nefs-i İstanbul denilen İstanbul’u, Pazar günleri dolaşmak lazım. Artık hangi tarikten görmek istiyorlarsa benim gibi bir hikayeci gözüyle mi görmek istiyorlar, tarihi eserleri bir ziyaret etmek mi istiyorlar, İstanbul’un güzelliklerinden mi faydalanmak istiyorlar, İstanbul’u tanımak mı istiyorlar? Mario Levi mesela Muhayyelat diye bir program yapıyor TRT2’de, binaları takip ediyor. İçinin görülmesi gereken, mânâsının tayin edilmesi, hakkında bilgi edinilmesi gereken binaları, sokakları dolaşıyor. Süreyya Opera binasını seyrettim, ben Süreyya Sineması olarak biliyordum, Paris’teki bir opera binasının kopyası imiş. Yeni Cami’nin Hünkâr Mahfili. İstanbul’un en ünlü Hünkâr Mahfili orasıdır, hiç içini görmemiştim. Sergi mekânı olarak açmışlar, muhteşem bir yer. Böyle yerleri keşfetme niyeti ile gezmek var, İstanbul’un bazı mekanlarını görmek var. Kariye’nin orda mı oturursun, Piyer Loti’de mi, Gülhane’nin ucunda mı, çeşmeleri mi tekkeleri mi takip edersin? Suriçi’ni böyle tayin edilen bir niyetle dolaşmakta fayda var.
SALACAK’TAN BAKARSAN BİZİM İSTANBUL’U GÖRÜRSÜN
Bugün ilave ettim. Bunun büyük bir eksiklik olduğunu gördüm. Maziye baktığım zaman burada bir itirafta bulunmam icap ettiğini görüp ilave ettim.
Salacak’ta durup da İstanbul tarafına baktığınız zaman kubbeler ve minareler şehri olan İstanbul bizim İstanbulumuz’dur, gerçek İstanbul’dur. Fakat sağa dönüp baktığınızda Maslak tarafında gökdelenlerden oluşan bir Chicago, bir New York var. Her ikisi de İstanbul. Ama güçlenip süren karakter Maslak tarafı. Bu taraftaki Suriçi İstanbul maalesef örselenmiş ve terk edilmiş bir şehir. Birçok semti çökmüş bir şehirdir ne Gedikpaşa var ne Kumkapı. Fatih’in aileleri, Fatih’i terk etti. Suriçi, bizim asıl üstüne titrememiz gereken İstanbul’dur.
AK PARTİ İSTANBUL’U AYAĞA KALDIRDI
- - Manzara deyince, gün geçmiyor ki şehircilik adına bir tartışma olmasın bu şehirde. Bunlara ilişkin neler söylersiniz?
- En son örneği İlim Yayma Cemiyeti’nin yurt binasıyla ilgili oldu. İlim Yayma Cemiyeti bir namuskârlık örneği göstererek biz her türlü fedakârlığa razıyız dediler. Ama bunun baştan bir planı yok muydu, bir maketi yok muydu? Ama Ak Parti belediyeleri için bir şey söylemek gerekirse, ben Dalan-Sözen zamanı berbat olmuş, pislik götüren İstanbul’u anlatıyorum. Bu otuz sene içinde Refah-Ak Parti belediyeleri tarafından İstanbul neredeyse ayağa kaldırıldı, temizlendi diyebilirim. Mesela Süleymaniye Camii’nin bahçesini anlatıyorum ikinci ciltte, pislikten geçilmiyordu, şimdi pırıl pırıl. Bu kitaplarda anlatılan İstanbulla sonraki Refah-Ak Parti belediye dönemi İstanbul’u arasında bariz bir fark var.
ARABESK CUMHURİYET SONRASI DOĞMUŞ BİZE AİT TEK ORGANİK MÜZİKTİR
Arabesk bana göre Cumhuriyet’ten sonraki Türkiye’de oluşmuş tek organik, bize ait müzik idi. Ne köylü ne şehirli. Orhan Baba’nın parçalarından başlayarak, mesela diyelim ki Tanrım Beni Baştan Yarat, diyelim ki Hor Görme Garibi. Bir şekilde kaderine küsmüş olan, çok eskiden gelen, kavuşamamanın, halk hikayeleri duygularının yeniden işlenmesiydi. Orhan Gencebay çok organize, bilen bir adam olarak yeni bir şey çıkardı ortaya. Geniş kitlelerin hislerine tercüman olan, kenara ilişmeye çalışan, hüznünü içinde yaşayan, gözyaşlarını akıtan, bir şekilde kader kurbanlarının sesi idi.
Sonradan başka bir dil peyda oldu. O da seksen sonrasıdır. Özal dönemi. O zaman şehre gelen bu sel, şehre kendi damgasını vurup hâkim olmaya başlayınca, müteahhitler onlardan oldu, kebapçılar onlardan oldu; yırtık, kabadayı meydan okuyan, taksinin arkasına “Kıroyum ama para bende” yazan. İşte bu, İbrahim Tatlıses’tir. Pastadan pay isteyendir. Parçasının adı “Ben de isterem”dir. Meydan okuyan bir adam. Meydan okudu ve bu meydan savaşını yırta yırta kazandı. Şimdi de sahnede. Orhan Baba ile başlayan arabesk İbrahim Tatlıses ile bir hakimiyete dönüştü. Ama ne zamanki teknoloji, MP3’ler, telefonlar vs ile müziğe girdi, müziği ele geçirdi, o zaman dünya nereye gidiyorsa bizimkiler de oraya gitmeye başladı. Bu rap da olabilir hip hop da olabilir. Dünyanın her tarafında şu anda aynı müzik çalıyor. Aynı ritim, aynı sahne düzeni, aynı ışıklar. Çünkü bu, teknoloji şirketlerinin teknik aletlerinin içerisinde vücut bulan bir müzik.
AYŞE ŞASA’YLA YAZDIĞIMIZ HUZUR’UN SENARYOSU YARIM KALDI
Huzur’un senaryosu duruyor. Ayşe Hanım rahatsızlandığı için devam edemedi, ben bitirdim altı bölüm. Ben onun filme çekileceğini sanmıyorum. Çünkü o İstanbul kalmadı. Çekilebilir ama çok zor. Yusufçuk, ne oldu bilmiyorum. Ellerinde olduğunu da hiç sanmıyorum. TRT o vakit göstermedi.
FUTBOL TEMİZ KARAKTERİNİ KAYBETTİ
Futbola ilgim devam ediyor. Fakat bir tarihten itibaren futbol her bakımdan çekilmez hale geldi. Federasyonundan takımlara, hocalardan futbolculara varıncaya kadar seyir zevki olmayan, çekişmelerden, kamplaşmalardan, lüzumsuz itiş kakıştan oluşan bir şey halini aldı. Futbol tamamen çok nezih diyemeyiz de gençliğimde gördüğüm kısmen renk aşkı vardı. Mesela “Elveda renk aşkı, elveda Müjdat” diye bir yazı yazmıştım. Fenerbahçeli, bıyıklı, taksi şoförü olan Müjdat diye bir bek oyuncusu vardı, bunlar hep renk aşkı için oynarlardı. O zamanlar seyircisi de futbolcusu da bütün argosuna, şusuna busuna rağmen futbolda nezih bir taraf vardı, çok lümpen değildi yani. Giderek o temiz karakterini kaybetti. Bunları bir tarafa bırakıyorum, kaliteden çok şey kaybetti. Yine de ne olursa olsun Fenerbahçeli olarak Ali Koç gelince, daha iyi olacak dedik ama artık ben bakmak bile istemiyorum.
Çok benziyor, elbette.