|

Öğrencilerinin gözünden Mehmet Kaplan

Türk edebiyatının önemli isimlerinden biri olan Mehmet Kaplan 100 yaşında. Fuad Köprülü’nün asistan adayı olarak üniversiteye giren ve vefatına kadar Türk edebiyatı alanında çalışmalar yapan Kaplan, birkaç nesil yetiştirmiş adeta tek kişilik bir mektepti. Kaplan’ı 100. doğum yılı vesilesiyle öğrencileri anlattı.

Yeni Şafak ve
04:00 - 9/12/2015 Çarşamba
Güncelleme: 15:11 - 9/12/2015 Çarşamba
Yeni Şafak

Klasik Türk sanatlarının yaşayan en büyük üstatlarından Çiçek Derman Hanımefendi ile, tezhipten icazet aldığı hocası Rikkat Kunt'a dair sohbetimiz esnasında söz kültürümüzdeki usta-çırak münasebetine gelmişti. Derman hocanın emeğinin karşılığının ücretle ödenemeyeceğini, aslolanın muhabbet olduğunu, hatta hoca-talebe arasındaki münasebetin boyutunun anne-babanın önüne geçtiğini söyledikten sonra -uzun zaman aklımdan çıkmayan- şu sözü söyledi:



“Anne baba gökten yere indirir, ama elinden tutup yükselten hocadır."


Bu cümlede geçen “Hoca" kelimesinin yerine hiç tereddüt etmeden yazabileceğimiz isimlerden biri Türk edebiyatı tarihçiliğinin büyük hocalarından Prof. Dr. Mehmet Kaplan'dır.


Bu yıl, doğumunun 100. yılını kutladığımız Kaplan, bir mısraını diline dolayarak günlerce onu tekrar etmekten kendini alamadığını Yunus Emre diyarı, Eskişehir'in Sivrihisar ilçesinde 1915 yılında dünyaya gelmiş, ilköğrenimini Sivrihisar'da, orta ve lise öğrenimini Eskişehir'de tamamlamıştı (1930-35).





KÖPRÜLÜ'NÜN ASİSTANI OLARAK GİRDİ


1939 yılında İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olan Mehmet Kaplan, aynı yıl Türkolojinin kurucu babası Fuad Köprülü tarafından asistan adayı olarak Türkiyat Enstitüsü'ne alınır. Ancak Köprülü'nün siyaseti tercih edip akademiden ayrılması üzerine divan edebiyatı ve metinler şehri üstadı Ali Nihad Tarlan'la birlikte doktora yapmayı planlayan Kaplan'ın önüne beklenmedik yeni bir kapı açılır:



1939, aynı zamanda Tanzimat'ın da 100. yılıdır ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde “Tanzimat Sonrası Türk Edebiyatı" kürsüsü kurularak başına da Ahmet Hamdi Tanpınar profesör olarak atanmıştır. Tanpınar'ın asistanı olarak akademik yolculuğuna başlayan Mehmet Kaplan, 1942'de Namık Kemal'e dair yazdığı monografiyle Türk edebiyatı alanında ikinci, yeni Türk edebiyatı sahasındaysa ilk doktoranın sahibi olur. “Doktora babalığı"nı Ahmet Hamdi Tanpınar'ın yaptığı bu tez, Namık Kemal: Hayatı ve Eserleri adıyla kitap olarak neşredilmiştir.



1944'te doçent, 1953'te profesör olan Kaplan, 1958'de Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde kurucu dekan olarak 2 yıl görev almış, burada Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü kurmuştur.



1960'ta İstanbul'daki kürsüsüne dönen Kaplan Hoca, üniversitede pek çok idari görevde bulunmuş, Kültür ve Milli Eğitim Bakanlıklarının komisyonlarında görev yapmıştır. Almanya, İngiltere, Fransa ve İsviçre'de araştırmalar yapıp konferanslar veren Mehmet Kaplan son nefesine kadar yazmaya, ders vermeye ve talebe yetiştirmeye devam etti.





Mehmet Kaplan hala aşılamadı


Eğer bir yazarın 100. doğum yılı anılıyor ve anılmaya değer bulunuyorsa, bu onun aslında ihtiyarlığın getirdiği her türlü yetersizlikten kurtulmuş olarak capcanlı yaşadığını gösterir. Ardında eser bırakanlar hatırlanırlar. Mehmet Kaplan iyi bir hocaydı. Bir yazısında kullandığı “Karpuzlar Bizden Akıllı" başlığı çok yankı yapmıştı. Çünkü o, tabiatın kendisini devam ettirme çabasını işaret etmişti. Bunun bilim alanında da yapılması gereğine inanırdı.



Mehmet Kaplan Yeni Türk Edebiyatı çalışmalarına “metin tahlili" yöntemini getiren şahsiyettir. Edebiyat tarihi ve metni anlama, yorumlama alanındaki Fuad Köprülü ve Ali Nihad Tarlan gibi iki önemli hocasının yöntemlerinin yeni Türk edebiyatı metinlerinde eksik kaldığını fark etmiş olan kişidir. Ona bu eksikliği hissettiren muhtemelen o tarihlerde İstanbul Üniversitesi'nde çalışan Spitzer ve Auerbach'tı, fakat, ben asıl etkili kişinin Sabri Esat Siyavuşgil olduğunu sanıyorum. Fuad Köprülü'nün siyasete atılarak ayrılmasından sonra, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın gelişi de genç araştırıcının ufkunu açmıştır. Bundan dolayıdır ki, özellikle Tevfik Fikret hakkındaki doçentlik çalışmasında döneminin metni aydınlatan yeni yöntemlerine merak salmış, Fransızcasını ilerleterek bu metinleri aslından okumuş ve öğrendiklerini Türkçe metinlere uygulamıştır.



Sınıf arkadaşı Âli Ölmezoğlu'na yazdığı bir mektupta eskiden derslerde bir metni hemen anlatıp bitirebildiği halde, şimdi metnin kendisine daima yeni şeyler ifşa ettiğini yazmaktadır. Bu yöntemlerin başında gelen psikolojik yöntemin ağır basmasını da Siyavuşgil etkisine bağlamanın hatalı olmadığını düşünüyorum. Okudukları o günlerin kitaplarıydı. Elbette zaman yeni yöntemleri de günümüze taşıdı, fakat edebî metne bakış tarzı aşıldı mı? Bu biraz şüpheli. Edebiyat tarihimizi iyi bilenler yabancı dil bilmezler, yabancı dil bilip Türk edebiyatıyla ilgilenenler de edebiyat tarihimize hâkim değildirler. Bu yüzden Mehmet Kaplan aşıldı mı denirse, buna hemen evet demek zordur.



MEKTUPLARLA YARDIM EDERDİ


Sert görüşünün altında Mehmet Kaplan insanlara bir güven ve sevgi beslerdi. Bu Anadolu'yu asırlarca sevgiyle beslemiş olan Yunus Emre'den gelirdi. Onun Yunus hakkındaki incelemeleri Yunus'un derinliğini ve kültür tarihini nasıl aydınlattığını gösterdiği gibi, denemelerinde geniş çağrışımlarla bütün güncel meseleleri Yunus gözüyle yorumlaması dikkati çekmektedir. Bu yorumlar bize zikrettiği metinlerle de bağlantılı olarak Yunus timsalinde insanımızın dünyaya ve insanlara açılmaktan korkmayan akıncı ruhunu da göstermektedir ki, bugün bile dünyanın binbir yerinde yeşeren yeni başarılarıyla bu ruha şahit olmaktayız. “Dost bir nazar kıldı taze civan oldum ben", “Her dem yeni doğarız bizden kim usanası" ve “Cümle âlem dost bahçesi bülbülün" mısraları onun hem çok sık tekrarladığı hem de doğruluğuna samimiyetle inandığı hayat prensibini içerir.



Ben Mehmet Kaplan'la 20 yıl birlikte çalıştım. Bu çalışma süresindeki kazançlarım büyüktür. Kendi başıma uzun sürede öğrenebileceğim nice bilgiyi onunla konuşurken, çalışırken edindim. 3 yıl kadar da konuşmalarımız mektuplarla devam etti.


1965 yılında eşi Behice Kaplan'ı uzun bir hastalıktan sonra kaybeden Mehmet Kaplan âdeta yıkılmış gibiydi. Tam bu sırada Avrupa'ya gitme fırsatının çıkması bir şans olmuştu. Fakat insan nereye giderse gitsin düşüncelerinden ve duygularından ayrılamaz. O da bütün ıstırabını ve üzüntüsünü Avrupa'ya taşımıştı. Istırabını aşmak için çalışmaya, dış dünyaya sığınmaya çalıştı. Bu arada benim doktoramla ilgili bazı çalışmaları da okudu ve özetledi.



Mesela bir mektubunda “Sabah, başka bir semtte kahvemi içtikten sonra tekrar kütüphaneye gittim. Hava yağmurlu idi. Shakespeare hakkında Fransızca kitaplara baktım. Bunlardan ikisi senin konuya muvazi doktora tezleri idi. Hemen getirttim" dedikten sonra Ranjee G.Shahani adlı bir Hintli Shakespeare vu par les orientaux (1931) başlıklı teziyle André Lirondelle adlı birinin Shakespeare en Russie 1734-1840 (1912) adlı tezini özetler.



Paris'te gördüğü güzellikler arasında sergiler, filimler de vardır. “26 Şubat 1967 tarihli mektubunda “Bugün güzel şeyler gördüm. Hayatımdan memnunum. (…) Her gün insanın kalbi güzel ve ulvî şeylerle dolmalı. Hayat o zaman derin ve mânalı gözüküyor" der.


1970-71'te Londra'da doçentlik tezimin hazırlıkları içindeydim. Mektuplarımda kütüphanelerde bulduklarımı anlatıyordum, hocadan da tavsiyeler geliyordu. “İşte sana iyi bir baba nasihati. Aç kalma, soğuk alma, dinlen. Londra'nın keyfini çıkar" demektedir.


28 Kasım 1970 tarihli mektubunda, Kültür Sarayı'nın yandığı haberini içi sızlayarak yazdı. O gece opera seyretmenin yerini, kayıplara dertlenmek almıştı: “Kültür Sarayı yanmıştı. Dondum, kaldım. Orası benim için bir 'o belde' idi. En sevdiğim yerlerden biri idi. Her tarafını hayranlıkla seyrediyor, seviyor ve iftihar ediyordum. Nasıl üzüldüm tasavvur edemezsin" dedikten sonra “Sonra aklıma kaybedilen ülkeler geldi. Ne şehirler, ne saraylar, ne evler, ne servetler kaybettik (…)Şehir Tiyatrosu yangını gibi bu da unutulacak" diye ekler. Gerçekten de bu iki binanın yanmasını unutmak güçtü.



KAPLAN'IN EN BÜYÜK ŞANSI


Üçüncü uzun mektuplaşma dönemi benim Amerika'da bulunduğum 1979-80 yılıydı. Hem 1971 hem de 1979-80 Türkiye'de terörün, huzursuzluğun insanı hayattan bıktırdığı günlerdi. Her mektup insanın içini kavuran acı olayları da beraberinde getiriyordu. Buna şahsi acılar ve kayıplar da ekleniyordu. Fakat hoca bunları anlattıktan sonra hemen yapılması gereken çalışmalara dönüyor, Türk milletinin yaşama iradesi ve gücünden söz ederek, kötümserliğe kapılmamamı tavsiye ediyordu.



3 Ocak 1971 tarihli mektubunda şöyle yazıyordu: “Fakülte ayın onuna kadar kapalı. Talebe avare, hoca avare. İnsanın psikolojisi bozuluyor. (…)Türkiye'nin meselelerinin halli, hakikat duygusu, iyi niyet ve sağlam bilgi istiyor ki, o da bizde yok. Yalan, kötü niyet ve sığ sloganların bataklığı içinde yüzüyoruz."



“Bu şartlar içinde sana uzun, neşeli mektuplar yazamadığım için özür dilerim. Ne anlatsam kötü. Her şeyi unutmak için kitaba sarılıyorum. Kitap beni hayata itiyor. Bu durumda yazı yazma şevki de kalmıyor."



“Halis sanatın müdafaası bana vatan müdafaası kadar önemli gözüküyor" (2 Ocak 1980) diyen Mehmet Kaplan yaşadığı günlerde daima yardımcı ve yol göstericiydi. Fani varlığı aramızdan çekildikten sonra da kitapları onun yerini aldı. Kişiliğini özlesek de mevcut kitapları aslında onun şahsiyetini büyük ölçüde yansıtmaktadır. Özellikle kitaplarının önsözleri onun çalışma yöntemini, hayata bakış tarzını gösterdiği gibi mütevazı şahsiyetini de ifşa eder. “Kendimi hiçbir zaman büyük bir âlim gibi hissetmedim. Beni sizin yetişmeniz ilgilendirdi" türünden cümleleri gerçekten çok önemlidir. Onun için karşılaştığı her metin kendi dışındaki insana ve dünyaya bir açılmaydı.



Mehmet Kaplan'ın eserleri hâlen Dergâh Yayınevi tarafından basılmaktadır. Eğer yazarlar nâşirlerini bulamazlarsa yaşamaları zordur. Okuyucu genelde tembeldir, bulamadığı kitabın peşine düşmez, unutur. İşte Mehmet Kaplan büyük şansı Dergâh Yayınevi'nin kurucusu Ezel Erverdi ile arkadaşlarının ve şimdi de Ezel Erverdi'nin oğlu Asım Erverdi ve yeni Dergâh mensuplarının vefası olmuştur. Hocamızı rahmet ve saygıyla anarken bu vefalı dostları da unutmamalıyız.





Türk dünyasında cevelan etti


Türkiye'de Türkolojinin kurucusu Rahmetli Ord. Prof. Mehmet Fuad Köprülü'nün öğrencisi olan Prof. Dr. Mehmet Kaplan Türk dilinin, edebiyatının ve kültürünün hemen her meselesine sahip çıkmaya çalışmıştı. Klasik tabiriyle onlar mütebahhir âlimlerdir. Aslında Kaplan, doktorasını Yeni Türk Edebiyatı alanında- ki o, bu alanın ilk doktorudur- yapmış; fakat Oğuz Kağan'dan Âşık Paşa'ya, Yunus ve Nâbi'ye kadar çeşitli konularda çalışmalar yapmıştı. O, kendini bir döneme hapsetmedi. Bütün bir Türk dünyasında cevelan etti. Onun rehber olabilecek bazı özelliklerine sadece dikkat çekmek istiyorum. Kaplan, çok okuyan, okudukları ile tarihî ve aktüel kültür meselelerini yorumlayan, öğrendiklerini öğrencilerine aktaran, bu noktada her gün onları besleyen, yazılarıyla bunları bütün bir aydın zümre ile paylaşan bir düşünürdü. Âlim olmak belki daha kolaydı, zor olan mütefekkir olmaktı. O, her iki özelliği de şahsında toplamış ender şahsiyetlerden biriydi. İlmini tefekkür ile mezcederek öğrenci halkasını alabildiğine genişletti. Onun tefekkür dünyasında geçmişten günümüze milletimizin pek çok meselesi kendini gösterir. Tefekkür tarzı milletten aldığını millete aktarma şeklindedir. Yalnız değerleri fark etme konusunda onun Batılı olduğunu görüyoruz.



HEM YAZDI, HEM YETİŞTİRDİ


Batıda ortaya çıkan yeni araştırma ve inceleme metotlarını ülkemizde en önce o tanımakla kalmadı, bunları çalışmalarına uyguladı. Çok defa bu uygulamalar gençlerin doktora tezi şeklinde tezahür etti. Köprülü araştırma metotlarını taşımış veya ihdas etmişti, Kaplan inceleme metotları getirdi. Metinlerden anlam çıkarmayı üniversite hocaları ondan öğrendi. Bu anlamlandırmada zaman zaman ona karşı çıkanlar konuya hep ideolojik yaklaştılar. Halbuki Kaplan, edebiyat ile ideolojiyi ayırma gayreti içinde olmuştur. Tevfik Fikret üzerinde çalışması onu Ziya Gökalp, Mehmet Âkif ve Yahya Kemal üzerinde çalışmaktan alıkoymadı. Aynı şekilde ideolojiyi bilim dünyasına yaklaştırmadı. Hele siyasî çalkantılardan hep uzak kaldı. Kaplan, en çok “Nesillerin Ruhu" ve kültür değişmeleri üzerinde durdu. Böylece Türk kültür ve medeniyetini bir bütünlük içinde görebiliyordu. Küçücük hücrelere kendini hapsetmekten hep uzak kaldı.



Diline pelesenk ettiği iki isim Kaplan'ı tanımamıza daha çok yardım eder. Türk kültüründen Yunus Emre, edebiyatımızın ve medeniyetimizin sadeliğini, enginliğini, zenginliğini ve derinliğini gösteren hemen tek isimdir. Batı kültüründense Alain'i Mehmet Kaplan'ın niçin tercih ettiğini bu Batılı yazarın “Minerva"sı yeterince anlatır. Bu kitabıyla Alain, insanoğlunun beşeri taraflarını yakalar ve bu tarafıyla da Türk kültürüne yaklaşır. Tarihimizin ve kültürümüzün en belirgin özelliklerinden biri, geçmiş yüzyıllardan beri gelen bilim adamları, eser yazmaktan çok öğrenci yetiştirmeyi tercih etmişlerdir. Prof. Dr. Mehmet Kaplan hem eser yazmış hem de öğrenci yetiştirmiştir. Üstelik öğrencilerine kitap yazmayı öğretmiştir. Velût olduğu kadar velût öğrencilerin yetişmesini sağlamıştır.





Mehmet Kaplan, hoca olarak monoton, sıkıcı, bilimin dar kalıpları ile insanı sıkan biri değildi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nün en güzel ders anlatan hocalarından biri idi. Onun dersleri sıkıcı bir bilgi aktarımı şeklinde olmaz, tam bir beyin fırtınası şeklinde olurdu. Onun derslerinde öğrencinin ufku alabildiğine açılırdı. Kafasında bir yığın tecessüs ve araştırma konuları belirirdi. Dersine vaktinde gelen ve vaktinde çıkan ender hocalardandı. Son derece berrak ve vazıh düşünürdü. Bunun en güzel göstergesi de anlatım tarzı idi. Çok sade, kolayca anlaşılır bir üslubu vardı. Belki de bunda bunca yıl üslupla uğraşan hemen tek insan olmasının payı vardır.






Bizi Tanpınar'la buluşturdu


Mehmet Kaplan hocayı 1968-1969 öğretim yılında önce talebesi olarak tanıdım; 1975'te doktora öğrencisi, 1979'da da asistanı olarak yakınında bulundum. 1984'te üniversiteden emekli olmasından sonra da münasebetimiz çeşitli şekillerde hocanın vefat ettiği 1986'ya kadar devam etti.



Kaplan Bey, her şeyden önce son derece disiplinli ve düzenli bir hocaydı. Derslerine asla gecikmeden tam vaktinde girer, işleyeceği derse ait önünde mutlaka küçük bir defter bulunur ve derse girince kolundaki saati çıkarıp masaya koyar, son derece zevkle dinlenen dersini ağır ağır anlatır ve ders saati bitince de, masadaki defterini ve saatini alıp dershaneden çıkardı.


Hoca bu disiplini yanında aynı zamanda giyim-kuşamına, kılık kıyafetine de son derece dikkat eden, titiz bir insandı. Karşımızdaki talebenin, söylediklerimizden önce, bizim üstümüze başımıza baktığını; zaman zaman da, kılık-kıyafetimizle, hal ve hareketlerimizle talebeye örnek olmamız gerektiğini söylerdi.



Biz genellikle her kademeden üniversite öğretim üyelerinin hem hoca hem de ilim adamı olduğunu zannederiz; bu zan bazı hocalar için doğrudur ama ilim adamlığı başka, hocalık ise bambaşka bir şeydir. Kaplan Bey bir defa her iki vasfı, yani hem hocalığı hem de ilim adamlığını şahsında birleştirmiş müstesna bir insandı.


Yazdığı kitaplar ve yetiştirdiği talebeleriyle birlikte hazırladığı eserler ortadadır. Hoca, adına ilim denilen bilgi ve kültür birikiminin aynı zamanda nesilden nesle devredilen bir meşale olduğunu, bu dünyadan ayrılırken kendisiyle birlikte toprağa gitmemesi gerektiğini de çok iyi bilenlerden biriydi.





Okuduklarını ve öğrendiklerini talebeleriyle paylaşmaktan, zaman zaman tartışmaktan ayrı bir zevk duyardı. Bir gece önce okuduklarını ertesi gün gelip bize anlatır ve bizlere yeni yeni araştırma konuları teklif ederdi. Kendisinde başka bazı hocalarımızda gördüğümüz kıskançlıktan zerre kadar eser yoktu. Hocanın, yaşından ve tecrübelerinden gelen çok farklı dikkat ve yorumları vardı; gerek söz konusu bu ortak çalışmalar sırasında, gerekse seminer derslerinde hoca bunları bizlere söyler ve bizim pek de dikkatimizi çekmeyen çeşitli konular üzerinde müstakil çalışmalar yapabileceğimizi ifade ederdi.



SON GÜNLERİNE KADAR OKUYUP YAZDI


Hoca hayatının son günlerine kadar yeni şair ve yazarları takip etmeye çalışır ve yeni çıkan kitapları genellikle bana aldırırdı. Bunları dikkatle okur ve hoşuna giden yazar veya kitaplarla ilgili yazılar da yazar, yani bazı meslektaşlarımızın yaptığı gibi, “Beni buraya kadar ilgilendirir, bundan sonrası beni ilgilendirmez!" demezdi.



Hoca kendinden, yaptıklarından, bildiklerinden son derece emin, gerçekten müstesna bir insandı; henüz bilgisayarın günlük hayatımıza girmediği o yıllarda, okunması biraz zor olan yazılarını yazar, daktiloya çekilmek üzere bizlere verir ve “Eğer düzeltilmesi gereken yerler varsa, siz halledin!" der, yani bizlere sonuna kadar itimat ederdi. Kaplan Bey'in zikretmeye çalıştığım bütün bu meziyetleri yanında edebiyatımıza bir başka büyük hizmeti de Tanpınar gibi büyük bir şahsiyete sahip çıkmasıdır. Tanpınar hakkında gerek sayı, gerekse hacim itibariyle en fazla yazan biri olarak Mehmet Kaplan, hocasının mirasına gerçekten sahip çıkmış, 70'li yıllardan itibaren onun eserlerini yeniden yayımlatmak suretiyle yeni nesillerin Tanpınar'la buluşmasını sağlamıştır. Yetiştirmiş olduğu talebeleri Türkiye'nin çeşitli üniversitelerinde hizmet ettikçe, yazdığı kitaplar okundukça ve okutuldukça, amel defterinin kıyamete kadar açık kalacağına inandığımız ve rahle-i tedrisinde bulunmuş olmaktan gurur duyduğumuz Mehmet Kaplan hocanın, bir hoca olarak bıraktığı miras bunlardan ibarettir.





Adına bir enstitü kurulmalıdır


Hocam sadece bir edebiyat araştırmacısı ve bilim adamı değildir. O, bu özelliklerinin yanında, 1939'dan vefatına kadar yazdığı bini aşkın denemede Türkiye'nin gerek aktüel, gerek tarihten gelen meseleleri üzerinde düşüncelerini, milli hassasiyet açısından kaleme almıştı. Bu yazılarla Türk gençlerinde, tarih bilinci, mazi duygusu, vatan sevgisi, Türk milletine aidiyet gurur ve heyecanı, sanat ve edebiyat zevki gibi insanî değerlerin oluşmasında birinci derecede yer tutmuştur. Kaplan bu alanda kalem oynatmış düşünürlerimiz arasında ön sıralarda yer alır. 1960'lı yıllardan bu yana ülkenin eğitim ve kültür politikalarına yol ve yön çizmiş siyasi kadrolar, Kaplan Hoca'nın düşüncelerini, görüş ve önerilerini kendilerine kılavuz olarak benimsemişlerdir. Sadece onlar değil bu yıllarda düşüncesi şekillenen hemen her nesil, Kaplan Hoca'nın konulara bakış ve değerlendirilişi ile düşüncelerine yer vermişlerdir.


1970'li yıllarda, ülkeyi bir karanlığa doğru sürüklemek arzusuyla koparılan “devrim çığlıkları" Hoca'nın, köklerini tarihimizin ve kültürümüzün sağlam zeminine oturttuğu düşünce ve bilinç dalgakıranları önünde dağılmış, küçük serpintiler haline gelmiş ve milletin engin denizinde, o ana gövde içinde kaybolmuşlardır. Kaplan Hoca'nın denemelerini zamanın duyduğu ihtiyaca verdikleri cevap açısından okumalı, değerlendirmeli ve düşüncelerimizi onlarla zenginleştirmeliyiz. Onun üzerine yapılacak araştırmalar bir bireyin değil, adına kurulacak bir enstitünün yapacağı çalışmalar çerçevesinde düşünülmelidir.



ÇALIŞMA DİSİPLİNİYLE ÖRNEK OLDU


Kaplan Hoca sadece yazıları ile Türkiye'ye bir ufuk göstermekle kalmamış, bilimsel çalışmalarında uyguladığı metotlarla da yetişmekte olan bilim insanlarına da yol göstermiştir. Yönettiği tezler ve yazdığı bilimsel makaleler bunun örnekleridir. Kaplan Hoca, eserleriyle olduğu gibi çalışma disiplini ve iş ahlakı ile de yakın mesai arkadaşlarına örnek olmuştur. Her pazartesi günü öğlene kadar fakültedeki çalışma odasında toplanır, biten hafta içinde yapılan çalışmalarla birlikte girilen hafta içinde planlanan çalışmalar anlatılırdı. Hoca'nın bu toplantılarında ve diğer sohbetlerinde boş ve gereksiz söz söylendiğini hiç hatırlamıyorum. Buna tavrı ile de müsaade etmezdi. Onun sohbetlerinde günlük siyasi tartışmalar yer almaz, boş konuşmalara yer verilmezdi. Her söz Türkiye'nin ve Türklüğün, kültür ve sanat hayatının, tarihten gelen bir meselenin, geçmişten miras veya yeni çıkmış bir eserin etrafında olurdu.





#Mehmet Kaplan
#Tanzimat Sonrası Türk Edebiyatı
#Kaplan Hoca
8 yıl önce
default-profile-img