|

Siyasi duruşun edebi gölgesi

Türkiye’de kimi politik figürler gündemi olur olmaz iddialarla belirleyebiliyor. Onların bu iddialarını körükleyen bir de edebiyatçı kitle var. Yazar Pınar Kür’ün geçtiğimiz haftalar bugünün siyasi ortamını karalayan bir yazısı Cumhuriyet Kitap’ta yayımlandı. Kür’ün yazısı 150 yıllık bir hikayenin aslında uzantısıydı. Siyasi duruşları hep destekleyen ve destekledikçe göklere çıkarılan ya da eleştirdiği için karalanan yazarların listesi geçmişe uzanıyor. 2.Abdülhamit destekçileriyle başlayan karalama kampanyası bugün de aynı hızla devam ediyor.

Yakup Öztürk
04:00 - 17/05/2020 Pazar
Güncelleme: 13:46 - 15/05/2020 Cuma
Yeni Şafak
Pınar Kür
Pınar Kür

Türkiye’de iktidar biçimleri henüz adı konmamış olsa da Tanzimat yıllarında değişmişti. Klasik Osmanlı çağının uzağında padişahın iradesi daha alçak seslerde görünüyor, devlet, kudretli paşalar eliyle yönetiliyordu. Fatih’in, Yavuz Selim’in, Kanunî’nin iktidarında tarih bize herhangi bir paşanın adını vermezken, Tanzimat’ta durum aksine döndü ve biz Abdülmecit’ten çok Mustafa Reşit Paşa’yı, Abdülaziz’den daha fazla Âli ve Fuat Paşaları hatırladık. İktidardaki bu dönüşüm, bürokrasi denen mekanizmanın sokağa taşmasını ve gazetenin gündelik hayatı biçimlendirmesini getirdi. Kamuoyu artık, devlet ve aydın çatışması denen yeni bir mücadele sahasına tanıklık ediyordu.

Meşrutiyet rejimine geçiş talepleri ile başlayan bu çatışma on yıllar boyunca türlü manzaralar altında bugünlere kadar geldi. Sadece tek bir husus değişmedi: Politik iktidarlara karşı yürütülen muhalefetin dili. Namık Kemal’in meşhur Hürriyet Kasidesi ile babalığını yaptığı bu söylem, kendisine aydın diyenlerin taleplerini meşrulaştırmak için bir anahtara çevrildi. Abdülaziz’den Abdülhamit’e ve hatta Menderes’e kadar aydın çevrelerin eleştiri terminolojisi güdük kaldı. Müstebit, despot, zorba, diktatör vs. ifadelerden dönemin dili hangisine uygunsa o kullanıldı.

Geçtiğimiz hafta Pınar Kür, Cumhuriyet Kitap’ta, ölümünün onuncu yılında yakın arkadaşı Füsun Akatlı’nın hatırasını bir mektupla yâd ederken Türkiye’nin bugününe dair akla gelmeyen havsalaya sığmayan bir manzara çizdi: “Sen aramızdan ayrılalı geçen on yıl içinde neler oldu neler. Hiçbirimizin aklına gelmeyen, havsalasına sığmayan bir dikta rejiminin içine sıkıştık kaldık. En güçlü, en zorba, en astığı astık kestiği kestik padişahların bile yaşatmadığı zulümlere maruz kaldık.

Eskiden de baskı vardı, biliyorsun; ama hiç değilse çıkarıldığımız mahkemelerde (hatta sıkıyönetim mahkemelerinde) aklanır, işimize devam ederdik. Geçti o günler.” Cumhuriyet Kitap, 7 Mayıs 2020. Bu üsluba yüz elli yıldır aşinayız. Korkunç, yıkıcı, ötekileştirici, çatlakları derinleştirici bir üslup bu. Müthiş bir körlük. Öyle bir körlük ki sanatta, estetikte, mimaride, türlü sahalarda bir açmaza sürüklenen politikaları konuşmaktan bizi alıkoyuyor, on yılların klişe dilini iftira çarkında çevirip duruyor. Hedeflenen ise oldukça sıradan. On yıllar sonrasının edebiyat araştırmacılarına bir “belge” bırakmak, bu kör dili, gelecek zamanlarda edebiyat tarihinin sahte gerçeği hâline getirmek. Tıpkı bir asır öncesi gibi.

EDEBİYATIN İKİ YÜZÜ

İki türden edebiyat tarihi var. İlki, köşe başlarını tutanların, bir anda kalabalıklar oluşturup tek bir sesle aynı iddialarda bulunanların tarihi. Türkiye’de Tanzimat sonrasında yazılan edebiyat tarihlerinin neredeyse tamamı böyle. Namık Kemal, hürriyet şairi; Ahmet Midhat Efendi, popülist, iktidar düşkünü, hatta cahil; Muallim Naci, gazeller okuyup, geçmiş edebiyata ağlayan bir meczup; Tevfik Fikret, asil, namuslu, adalet timsali. Edebiyat tarihinin diğer cephesi ise bir bütünlük hâlinde yazılabilmiş değil. Çünkü onu yazacakların köşe başlarını tutmak gibi bir gayeleri yok. Bir anda kalabalıkları çağıracak kudrete de sahip değiller. Edebiyatın klişelerini, aksaklıklarını, yok saymacılığını cılız seslerle anlatıp yazmaktan öte geçemediler henüz.

Ahmet Midhat’a Timsal-i Cehâlet diyebilme cesareti


Algı, sadece politik figürler için oluşturulmadı. Edebiyatın büyük şahsiyetleri de ardı ardına yazılan şiir ve eleştirilerle gözden düşürülmeye çalışıldı. Ahmet Midhat Efendi bu uğurda çok defa hücuma uğradı. Türk edebiyatı tarihinde cehaletle suçlanabilecek en son isim olan Ahmet Midhat Efendi için Tevfik Fikret, “Timsal-i Cehalet” başlıklı bir şiir dahi yazabilmişti. Tanpınar da meşhur edebiyat tarihinde o sihrengiz diliyle Ahmet Midhat Efendi’yi harcamaya kalkınca modern edebiyat araştırmacılarına gün doğdu. Bugün bir grup akademisyen Fikret ve Tanpınar yolunda buldukları Ahmet Midhat Efendi’nin ötesine geçmek istemezler. Fikret tutkusuyla Ahmet Midhat Efendi nefretinde buluşurlar.

Tevfik Fikret’in yarattığı dalga


Onlarca kaynak ve sanatçı arasından sadece Tevfik Fikret’in mizacına ve hayatına hakkıyla girmek isteyenler anlatılanların ötesinde büsbütün farklı bir manzara ile karşılaşırlar. Fikret ve arkadaşları Abdülhamit idaresinden öyle bunalmışlardır ki Yeni Zelanda’da bir çiftliğe bütün aile fertlerini de götürerek göç etmeyi düşünmüşlerdir. Oysa Fikret ömrü hayatında İstanbul dışına çıkmamış, bir vesile ile ancak Gebze’yi görebilmiştir. Tevfik Fikret’in içine kapanması, uzaklara göç etme arzusu, gerçekleşmeyeceğini en çok kendisinin bildiği bir hayalden öte anlam taşımaz. Fikret, 1900’lerin başındaki imkânlarla aylarca sürecek bu yolculuğa çıkabilecek iradeye hiçbir zaman sahip olmadı ama bunun sözünü etmek ve padişahtan nefretinin ne derece büyük olduğunu göstermek için oldukça artistik bir gündem yaratabilmişti.

EN BÜYÜK HESAPLAŞMA 2. ABDÜLHAMİT’LE

Türkiye’de modern edebiyat tarihçiliğinin geçmişi yüz yılı bulmuyor. Tanzimat döneminde yazılanlar geçmiş zamanların şiiriyle sınırlıydı. Meşrutiyet ise girdiği darboğazdan çıkmak için kendi derdine düşmüştü. Bu yıllarda henüz yirmilerindeki M. Fuad Köprülü edebiyat kamusuna ilk esaslı edebiyat tarihçiliğini öğretmekle meşguldü. Önce bu disiplinin nasıl bir usulde hareket etmesi gerektiğine yoğunlaştı. Sonra yine uzak iklimlerden şahsiyetleri kendi çağına taşıdı. Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar böyle doğdu. Cumhuriyet’in ilk on yılı da Meşrutiyet gibi bir varlık mücadelesi vermek zorundaydı. 1930’ların başında Üniversite Reformu ile beraber artık bir tarafıyla köhneliğe yaslanan Darülfünun geleneği terk edildi. Kürsüler kuruldu. Ders kitapları yeniden yazıldı. Bu yıllarda modern edebiyatın macerasını iki kapak arasına taşımak isteyenler gazetelerin, hatırat ve günlüklerin sayfalarına sığındılar. Edebiyat tarihine bakışta ileri sürülen klişelerin hemen tamamı bir anda Cumhuriyet Türkiye’sine aktarıldı. En büyük hesaplaşma II. Abdülhamit çevresinde yaşandı. İktidar sahibi son Osmanlı padişahı Abdülhamit, Fikret kuşağı sanatçıların nazarında olmadık sıfatlarla yazıldı, çizildi. Bu kuşaktan on yıllar sonra edebiyat tarihi kaleme alanlar, karşılarında biricik kaynak olarak onların yazdıklarını buldular. Bu yazılanlar en az kutsal metinler kadar müspet ve mubah sayıldığı için ders kitapları bunlarla dolduruldu.

SIRA SEZAİ KARAKOÇ’U KARALAMADA

  • En son yaşanan olayda ise Sezai Karakoç’un fikir ve düşünce dünyası Diriliş Neslinin Amentüsü kitabı üzerinden hedef gösterildi. Milli Eğitim Bakanlığı’nın liselere tavsiye ettiği kitaplar arasında yer alan Diriliş Neslinin Amentüsü kitabı üzerinden “sağcı-gerici” yaftası yapıştırılan Sezai Karakoç’un kitabından ziyade düşünce dünyasına karşı sol tarafın gösterdiği bir tepkiydi. Tıpkı geçmiş yıllarda fikir ve düşünce dünyası üzerinden karalanan diğer yazarlar gibi.
#Sezai Karakoç
#Pınar Kür
#Karalama
#Tarih
#Edebiyat
4 yıl önce