Üner Karabıyık: Yirmi yıl sonra dünyaya çocuk gelmeyecek

Ersin Çelik
04:0023/02/2025, Pazar
G: 23/02/2025, Pazar
Yeni Şafak
Ersin Çelik, Üner Karabıyık.
Ersin Çelik, Üner Karabıyık.

Türkiye 2025 yılını “Aile Yılı” ilan etti. Çünkü nüfusumuz yaşlanıyor ve nüfus artış hızı gittikçe düşüyor. Bu hafta “Bir Başka Mesele” programının konuğu olan İstanbul Aile Vakfı Başkanı Üner Karabıyık’ın söyledikleri daha vahim. Karabıyık gençler evlenmek ve erken yaşta çocuk sahibi olmak istese bile bu gidişte 2045’te doğurganlığın sıfır olacağını ifade ediyor. Bunun nedeni paketlenmiş gıda, temizlik maddeleri ve kozmetikten alınan kimyasallar.

Dünyada ve coğrafyamızda tüm dengeler değişiyor. İsrail’in Gazze soykırımı, ABD’de Trump’un seçilmesi, Suriye’deki devrim, Avrupa’daki seçimlerde aşırı sağın hükümetlerde söz sahibi olma dalgası siyasi pozisyonları yeniden şekillendiriyor. Sosyal medya platformları bile dil ve tutum değiştirdi, siyasi hizalanmaya gittiler.

Peki ne olacak? Bizi neler bekliyor. Geçtiğimiz hafta Bir Başka Mesele’de konuk ettiği roman yazarı Tarık Tufan, “bildiğimiz dünyanın sonuna geldik” demişti. Bu hafta ise bu sona nasıl geldiğimizi ve sonun başlangıcını Stratejist Üner Karabıyık ile konuştuk. Hali hazırda İstanbul Aile Vakfı’nın başkanlığını yapan Karabıyık ile uzun zamandır tanışıyoruz. Ülkemizde çok ses getiren ve karşılık bulan LGBT karşıtı aile yürüyüşleri organize edenlerin başında geliyor Karabıyık. Geçmişte birçok küresel şirkete danışmanlık hizmeti vermiş. Karabıyık’ın küreselcilerin satır aralarını okuyabilen bir öngörü kabiliyeti var. Bu nedenle de analiz ve teorilerinin ayakları yere basar.

Kendisi ile uzun uzun konuştuk. Yine söyleşimizin tamamı internet sayfamızda, sohbet hali ise sabah 10’dan itibaren Yeni Şafak’ın YouTube kanalında olacak. Keyifli okumalar ve izlemeler. Haftaya genç ilim adamı Melikşah Sezen olacak. Modernizmi, dini ve bu çağda Müslüman olmayı konuştuk.

Söz şimdi Üner Karabıyık’ta…

YANSIMALAR DOMİNO TAŞI GİBİ GELİYOR


Her hafta meseleleri konuşuyoruz. Geçtiğimiz hafta Tarık Tufan, bir edebiyatçı, romancı olarak insanın anlam arayışından bahsetti, uzun uzun anlattı ve çok da ilgi gördü. “Bildiğimiz dünyanın sonu” dedi mesela ve bizi nelerin beklediğine dair tereddütleri dile getirdi. Onun bıraktığı yerden olacak ve karşımızda “stratejist” olarak siz varsınız. Bildiğimiz dünyanın sonunu nelerin getirdiğini çok iyi bilen birisiniz. Modern çağı konuşuyoruz, modern insanı konuşuyoruz, dijital ekosistemi konuşuyoruz. Artık yapay zekâ çağındayız. İnsanlık bir yere doğru sürükleniyor ama nereye sürüklendiğimizden tam emin değiliz. Tam olarak 2025 yılındaki dünyayı ve insanlığı anlamlandırmak, tanımlamak gerekirse, ne dersiniz?

2025 yılı çok sert başladı ve ezberlerimizi bozan bir sürü gelişme üst üste geliyor. 2025’in taşları yerinden oynatan bir yıl olacağını görüyoruz. Ama özünde, bu tip gelişmelere baktığımızda, anlamak için aslında dekor çok karmaşık olsa da oyun basit. O basit oyunu bilip ona göre yorumlamak gerekiyor. Bir: doğrunun, hakikatin tarafında olanlar. İki: menfaatin, gücün, iktidarın peşinde olanlar. Ve bunların mücadelesi... Bu mücadele ekseninde her şey gerçekleşiyor. 2025 bu manada bu mücadelenin en sert yıllarından birisi olacak. Bir tarafta bakıyoruz, küresel oyuncular dediğimiz, küresel güçler dediğimiz yapılar var. Diğer tarafta onların karşısında devletleri temsil eden, yerelliği veya ulus devleti temsil eden aktörler var. Bu aktörlerin arasındaki mücadeleyi 2025’te en sert şekliyle göreceğiz. Ve bunun en önemli başlıklarından birisi, malumunuz, LGBT ile ilgili Trump’ın aldığı kararlarla başladı. Üstüne UISAD ile ilgili kararlar. Pek çok ülkeyi ilgilendiren yansımaları domino taşı gibi peş peşe geliyor.


Bir siyasi hizalanma söz konusu değil mi?

Siyasetin bile tanımının yeniden yapılacağı bir dönemin eşiğindeyiz. Şöyle ki; daha önce siyaseti biz ideolojik eksenler üzerinden görüyorduk. İşte sol görüşteki partiler, sağ görüşteki partiler, muhafazakârlar, liberaller diyorduk. Fakat bugün geldiğimiz noktada, solun sağ, sağın sol davranışlar sergilediği nadir ülkelerden birisi Türkiye. İşte bunun tüm dünya sathında karşımıza çıkacağı bir döneme giriyoruz. Ve küreselciler ile yerli ve millî olan aktörler arasındaki mücadelenin çok daha sert olacağı bir evreye giriyoruz.


“İdeolojilerin de sonu” mu diyoruz?

İdeolojilerin anlamsızlaştığı bir evreye giriyoruz.

SİYASETTE KÜRESEL FORMAT YİYORUZ


Ne gelecek yerine?

Son dönemdeki ülkemizden örnek verelim. Siyasi tartışmalara, siyasi partilerin hizalamalarına bakıyorsunuz. Yan yana gelmesi düşünülemeyen partiler bir araya gelebiliyorlar. Bunları bir araya getiren motivasyon ne? Bunu sadece mevcut siyasi iktidara karşıtlık olarak yorumlarsak eksik kalır. Bu, bunun da ötesinde…


Nedir?

Burada küresel yaklaşım, küresel ekol, küreselcilerin etkisini göz ardı etmemek gerekiyor. Yani şöyle düşünün; milliyetçi tabanı küreselci noktaya çekmek için milliyetçi görünümlü bir partinin çıktığını ve onun milliyetçi tabanı küreselci politikalara yaklaştırdığı bir evreyi gördük biz. Örneğin İyi Parti’de Bahadır Erdem’in LGBT’nin sözde onur yürüyüşünde çektiği videolarla, -İyi Parti’nin tabanı, Ülkücü tabandı- bunu yaşadık. Yani aslında bir küresel format yiyoruz siyasette.

ULUS DEVLETLERİN SONU TARTIŞILIYOR

Tamam, o zaman soruyu şöyle açıyorum: Bu küreselciler kim ve ne yapmak istiyorlar?

Şimdi “bu küreselciler kim?” sorusuna herkes soruyor. Herkes de Mevlana’nın fil tarifi gibi tuttuğu yerden tarifi yapmaya çalışıyor. İstanbul Aile Vakfı’ndaki mesaimiz 2019’un sonlarından itibaren başladı. Bu konuları çalışmaya başladıkça, farklı detayları gördük, ilişkileri gördük, bağlantıları gördük. Tüm bu müktesebat üzerine yapabileceğim yorum şu: Özellikle Avrupa’da Orta Çağ’dan itibaren Yahudilerin hanedanlar ile olan, prensliklerle ve hanedanlarla olan mücadelelerinin neticesinde, tüm dünyada devletsiz ve vatansız yaşama becerisini ortaya koyduklarını görüyoruz. Bu toplum, kendi kodlarını muhafaza ederek -kapalı bir şekilde tamamen kendi geleceğinin tasarımına dönüp- diğer ülkelerin yönetimlerine müdahale edebilme kapasitesini de geliştiriyor, tüm bu süreçlerde. Konu, 1. Dünya Savaşı dönemine geldiğinde, karşıdaki hanedanların tasfiyesi… Tabii,1. Dünya Savaşı öncesinde kilisenin tasfiyesi, çünkü kilise ile karşı karşıya. Daha sonra beraber hareket ettikleri ittifakların derinleşmesi ve ulus devletlerin ortaya çıkması… 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ulus devletlerin, uluslararası örgütler üzerinden bir nevi senkronize edildiği, orkestrasyonun yapıldığı bir döneme geçildi.


Avrupa Birliği gibi…

Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler, IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası örgütler… Şimdi bugün geldiğimiz nokta itibariyle ise ulus devletlerin varlığının ve meşruiyetinin sorgulandığı bu noktada, “Ulus devletler artık misyonunu tamamladı. Biz butik devletleri, şehir devletlerini konuşmalıyız.” diyen, literatür kovidden sonra başladı. Yani “Ulus devletler, küresel sorunları çözmek için çok küçük, yerel sorunları çözmek için de çok hantal.” yaklaşımı daha çok dillendirmeye başlandı.

VATANDAŞLIĞI YENİ BAŞTAN TANIMLAYACAKLAR


Ne yapacaklar?

Güney Kore’de “United Cityzen Local Governments” diye bir uluslararası örgüt var. 240.000 belediye buraya üye. Türkiye’den de üye belediyeler var. Orada “İnsanlığın Geleceği için Deklarasyon” yayınladılar: “Pact For The Future of Humanity” diye. Bizi okuyanlar bunu arama motorlarından görebilirler, dokümana da erişebilirler. Üç ana eksen belirlediler: “people, planet, government” ve bu üç ana eksende yapılması gerekenleri bir nevi muhtıra gibi yayınladılar. Diyorlar ki; “Vatandaşlığı yeniden tanımlamalıyız. Ulus devletler sürdürülebilirlik konusunda kendilerinden beklenen performansı sergileyemediler. Yerel yönetimler bu konuda daha fazla söz sahibi olmalı ve vatandaşlığı, hükümeti yeni baştan tanımlamalıyız.” Bunu dediğinizde aslında siz bildiğimiz dünyanın sonuna geldiğinizi görüyorsunuz. Çeşitli uluslararası toplantılarda artık daha çok dillendiriyor ve bu, karşımıza daha fazla çıkıyor.

İNSANLIK GELİŞEREK SONUNU HAZIRLIYOR


Ulus devletlerin sonu, küresel dünya vatandaşlığı, özerklik ilan eden şehirler… Nereye varacak sonu?

Şimdi şehirler bahsine geldiğimizde bambaşka bir pencere açılıyor. Çünkü büyük şehirlere baktığınızda, büyük şehirler artık dünyanın hangi ülkesine giderseniz gidin, günlük rutin akışı —şehrin akışı— aşağı yukarı aynı. Metrosu, toplu taşıması, yeme-içme alışkanlıkları, tüketim alışkanlıkları… Aşağı yukarı bütün metropollerde belli bir standartta. Bu ne demek? Aslında küresel popüler kültürün hâkim olduğu habitatlar bunlar. Ve bu büyük şehirlerde geleneksel kültür kodları ile olan bağlantı gittikçe zayıflıyor. Büyük şehirlerde sizin kimlikle ilgili çok ciddi bir boşluk ortaya çıkıyor. Yani yerel kimlikler, millî kimlikler daha böyle silinmeye başlıyor, küresel kimlik daha ön plana çıkıyor.


Yani aidiyet ortadan kalkıyor…

Evet, kalkıyor. Büyükşehir kurgusu içerisinde, insanlığın varoluşunu tehdit eden, çok daha büyük bir şey var. Mesela bu yıl (2025) malumunuz “aile yılı.” Kadın başına doğum oranlarımız yüzde 1,51.


Türkiye’de mi, dünya mı?

Türkiye’de. 2021 yılında tüm dünyada 2,3’tü. 1963’te 5,3’tü. Yani 5,3’ten tüm dünyada 2,1’e gerilemiş durumda.


TEK İSTİSNA İSRAİL


Yani 5 çocuktan 2 çocuğa düşmüş…

Dünya genelinde… Verdiğimiz bu istatistikte Afrika da var, sadece Batı ülkelerini konuşmuyoruz. Şimdi, “İnsani Gelişmişlik Endeksi”ndeki ilk 50 ülkenin neredeyse tamamında kadın başına doğum oranı 2,1’in altında. Yani insanlık, gelişme adına her ne yapıyorsa sonunu hazırlıyor. Tek bir istisnası var; İsrail. Ne dedik? Yüz yıllar boyunca onlar vatansız ve devletsiz olarak kodlarını muhafaza edebilmiş bir topluluk. İnsani gelişme adına dünyaya vaaz ettikleri paradigmada, biz ilerledikçe yok oluyoruz. Kadınlar her ne yapıyorsa, erkekler her ne yapıyorsa bu, insanlığın sonunu getiriyor.

BÜYÜK ŞEHİRLERİN İNSANI ÖLÜYOR


İsrail’in oranı nedir?

2,92, yani 3 çocuk. Şu akla gelmesin: “İşte Batı Şeria, Gazze gibi bizim Müslüman kardeşlerimizin çocuklarının istatistiksel yansıması mı?” Hayır. Sadece onların, İsrail vatandaşlarının nüfusu… Tel Aviv’de 2,4 mesela. Şuraya bağlamak istiyorum: Türkiye’de 1,51 dedik fakat büyük şehirlerimizde 1,2 oranında şu anda. Yani büyük şehirde istatistikler diyor ki “Biz ölüyoruz.”


BİR NESİL SONRA AKRABALIK OLMAYACAK


Bir saniye, şimdi benim aklımdan bir sürü simülasyon geçiyor. Yani bu neslin dayısı, halası, amcası, teyzesi olmayacak. Büyük aile bitiyor, akrabalık bitiyor. Bu, şu demektir: Aile de bitiyor!

Bir nesil sonra iki ailenin tek çocukları evlendiğinde, akrabaları olmayan bir toplum düşünün. Anne-babaları öldüğünde başka akrabaları yok. Bunu çok düşünmemiz gerekiyor.


ŞİRKETLERİN ÇEVRİM İÇİ VATANDAŞIYIZ


Küreselcilerin ne yaptığını anladık, kim olduklarına dair de bir ipucu verdiniz…

Çalışma metotlarına baktığımızda da bunların aslında kendilerini perdelediklerini, toplumları yönlendirmek adına çok ciddi bir kapasiteye sahip olduklarını bugünlerde görüyoruz. Bu tip konuları konuşmaya başladığınızda hemen diyorlar ki: “Ya komplo teorisi anlatma bize.” Şöyle düşünelim, 2018’de Davos’ta bizim karşımıza bir figür çıkarttılar: Yuval Noah Harari. “21. Yüzyıl İçin 21 Ders” diye bize yeni dönemin kodlarını vaat etti, doktrine etmeye başladı. “Homo Deus” diye bir başka kitabı çıktı. “Tanrı İnsan” diye. O kitap Türkiye’de 53 baskı yaptı, yetmedi. Genç kuşaklar da bunu algılasın, okusun diye çizgi roman hâline getirildi ülkemizde. Şimdi ne dedi Harari? “Dünyadaki çatışmaların sebebi dinler ve milliyetçiliktir. Millî kültürleri artık ait oldukları alt seviyeye indirmemiz lazım.” Büyük şehirlerde tam da bunu yapıyoruz aslında. O Davos toplantısında “mülkiyetsizlik” konuşuldu, “nakitsiz toplum” konuşuldu. Bütün bu konuşulan şeyler aşama aşama hayatımıza yansıyor. Nasıl yansıyor? Çünkü oradaki şirketler hayatımızın içerisinde o kadar çok yer kaplıyorlar ki… Özellikle dijital devrimden sonra onların kapladığı alan, devletlerin aleyhine hızla büyüyor. Ve bugün geldiğimiz noktada bizler o şirketlerin çevrimiçi vatandaşıyız, devletimiz ise çevrim dışında. O şirketler, çevrim içinde bizlerle baş başa kalmak istiyorlar. Ama devletlerimiz dönüp müdahale ediyor zaman zaman, işte Instagram sürecinde ülkemizde yaşadığımız gibi. Devlet müdahaleleri söz konusu oluyor. O şirketlere baktığınızda, bu şirketler sürekli kâr ediyorlar. İlk 500 şirketin gelirlerini ve giderlerini alt alta topladık: 2,7 trilyon dolar kârdalar. Devletlerin gelirlerini giderlerini topladık: 10 trilyon doların üstünde zarardalar. Ve dünyada enflasyon arttıkça devletlerin bu noktada yaşadığı sıkıntı büyüyor, devletler daha çok baskı altında. Vatandaşın daha çok beklentisi var ve devletler beklentileri karşılayamadıkları için meşruiyetleri sorgulanır hâle geliyor.

NÜFUSU 1 MİLYARA İNDİRMEK İSTİYORLAR


Peki bunu niye yapıyorlar? Küreselcileri tanımladık, nasıl yaptıklarını da söylediniz. Şimdi herkes merak ediyor: Bir insanın eşcinsel olmasını niye isterler? Beş yaşındaki bir çocuğun cinsiyetini değiştirmek için niye bir pedagojik altyapı kurarlar, işte “cinsiyet dönüşüm kreşleri” açarlar. Bunu niye istiyorlar? Amaçları ne?

Şöyle… Mesela 1970’li yıllarda bir rapor yayınladılar, “Roma Kulübü” olarak. Dennis Meadows burada öne çıkan isimlerden birisi. Dedi ki: “Dünyadaki kaynaklar bu kadar insanı beslemeye yeterli değil. Dolayısıyla bizim nüfusu barışçıl yollarla 1 milyar veya altına indirmemiz lazım.”


Şu Rockefeller Vakfı’nda olan ünlü fizikçi değil mi bu?

Evet, evet. 1970’lerde bu kitabı yazdılar. Bakın 70’te yazılmış rapor, bugünlerde iyice hayatımızda uygulamaya geçiyor. Nasıl oluyor bu? Önce bir “mesele tanımı” yapıyorlar. Sizin programın adı gibi. Diyorlar ki “Bizim meselemiz, büyümenin önünde limitler var. Bunları kaldırmamız lazım. Dünyadaki kaynaklar, ekonomik büyüme açısından yeterli değil. Dolayısıyla insan nüfusunun belli bir noktaya gelmesi lazım.” Şimdi 70’li yıllardan itibaren ülkemizde yürüyen nüfus planlaması dalgasını düşünün. Birileri oturuyor Roma Kulübü’nde bir rapor çalışıyorlar. Sonra bunu aralarında müzakere ediyorlar. Bu, ülkemize “nüfus planlaması” diye geliyor. İş adamları bu konuda öne çıkıyorlar. İş adamlarımızın uygulamaları, daha sonra Birleşmiş Milletler’de ödüllendiriliyor. Ve bugün geldiğimiz noktada biz şehirlerde 1,2, ülke genelinde 1,51 kadın başına doğum oranını konuşuyoruz.

GAZZE’DE SOYKIRIM DÜNYADA SOYKURUTMA


Bir kavram kullanacağım. Eğer abartılı bulursanız lütfen düzeltin. Tabii ki… Bu yumuşak bir soykırım olarak tanımlanabilir mi?

Biz ‘Aile’ gazetemizde, -vakfın yayınında- şöyle dedik: “Gazze’de soykırım, dünya sathında soykurutma.” Nesil meselesi… Buradaki mücadele aslında bir “nüfus savaşı.”


Yani bu, barışçıl bir şekilde dünyanın nüfusunu 8 milyardan 1 milyara indirmek için üremeyi durdurmak gerekiyor. Üremeyi durdurmak için de neslin cinsiyetini elinden almak gerekiyor.

Bu bir yöntem. Başka bir yöntem daha var.


20 YIL SONRA DÜNYAYA ÇOCUK GELMEYECEK


Nedir?

Shanna Swan adında bir hanımefendi, epidemiyolog, “Count Down” adında bir kitap yazdı geçtiğimiz yıllarda. Diyor ki “2045 yılında doğurganlık sıfır.” Kadınlarda ve erkeklerde doğurganlık bitecek.


Yani çocuk dünyaya gelmeyecek mi?

Evet gelmeyecek. Gençleriniz evlenmek istese bile erken yaşta çocuk sahibi olmak istese bile bu gidişte 2045’te doğurganlık sıfır. Sebebi kimyasallar. Bu kimyasalları biz nereden alıyoruz? Paketlenmiş gıda, kozmetik, temizlik maddeleri… İlginç bir şekilde dönüyoruz; market raflarındaki bu ürünlerin kahir ekseriyetini, boykota konu olan markalar üretiyor. Bir başka konu: “cinsiyet bükücü” kimyasallar. Yani erkek çocuklarında testosteron seviyesini, kız çocuklarında östrojen seviyesini baskılayan; erkeklerde östrojeni, kızlarda testosteronu artıran… Bu zemin üzerine cinsiyet karmaşasına hazır hale getirilen, LGBT propagandası ve dayatması geldiğinde de istatistiklerde “cinsiyet karmaşasından mağdur gençlerin sayısı” böyle roket gibi yukarı çıkıyor.

NÜFUSU ÇÖKEN ÜLKE TOPRAK KAYBEDER


Korkunç!

Amerika Birleşik Devletleri’nde şu anda 1997-2004 doğumlu gençlerin yüzde 22’si, yani neredeyse her 4 gençten birisi kendini LGBT olarak tanımlıyor. 2040’a geldiğinizde nüfusun üçte ikisinin LGBT olacağı hesaplanıyor. Şimdi nüfustaki bu düşüş trendi, gençlerdeki LGBT’li artış trendi ve ortada bir nüfus savaşı… Demografik olarak çöken ülkeler vatanlarını ellerinde tutamazlar. Tarih boyunca bunun aksi görülmemiştir. Nüfusu çöken ülke toprak kaybeder. Şimdi karşımızdaki yapının nüfusu tüm dünyaya hâkimiyet kurmaya yetmiyor. Bunu yapabilmek için kendisini konumlandırdıktan sonra aşağı doğru yayması gerekiyor. Tabiri caizse “devşirmeler” lazım. İşte onları da biz, toplamını “küreselciler” olarak hayatımızda görürüz.


Bütün bu anlattıklarınıza “Ya bunlar komplo teorisi” diyecek bir kitle de var.

Tabii ki. O kitleyi hazırlayan da onlar.


Tamam, o zaman orayı da açalım…

Bu konuya meraklı olanlar, etimoloji uygulamaları var: “etimonline” gibi. Bu uygulamalara bir girsinler. “Komplo teorisi” dünyada hangi tarihten sonra daha fazla kullanılmaya başlanmış? Baktığınız zaman 1950’lerden sonra bunun kullanılmaya başlandığını görüyorsunuz. Özellikle de Kennedy suikastından sonra… Kennedy suikastından sonra “komplo teorisi” kavramı çok fazla kullanılmaya başlanıyor. Bu neyi temin ediyor? “Ya bunlar komplo teorisi, bu kadar da olmaz.” demeye başladığında insanlar etraftan gelen bilgileri, bağları, ilişkileri görmezden gelmeye başlıyorlar. Bunu da pekiştirmek adına çürütülebilir, yalanlanabilir çok fazla komplo teorisini de siz ürettiğinizde esas konuyu perdelemiş oluyorsunuz. Böylece toplum duyarsız hale geliyor. İşte bu noktada “komplo teorisi” 1950’lerden sonra hayatımızda ama “komplo pratiği” insanlık var olduğundan beri hayatımızın içerisinde. Bugün, çok basit düşünelim; bir site yönetimi seçiminde bile yaşananlara bakın. Bir oda, borsa seçiminde yaşananlara bakın. Komplo pratiklerine dair yüzlerce örnek görebilirsiniz. İnsanın güç ve iktidar mücadelesi bunu getiriyor. “Komplo”nun da kelimenin köküne baktığınız zaman: “Dar bir dairede birlikte teneffüs eden insanlar.”

ZAN ENDÜSTRİSİ SÜREKLİ GÜÇ ÜRETİYOR


Dijital çağda, sosyal medya çağında da “yankı odası” deniliyor buna değil mi?

Yankı odası deniyor ama orada, siz sizinle aynı görüştekileri duyuyorsunuz. Dijital çağda algoritmalar bambaşka bir kapasite ekledi bu hususa. Şöyle ki: Sosyal medyada, dijital platformlarda insanlar genelde o yapının mekanik ve organik işlediğini düşünüyor. Hâlbuki orada çalışan bir algoritma var. O algoritma konuları baskılıyor veya köpürtüyor. Ve bu noktada da insanlarda bir zan oluşmasına sebep oluyor. Yani siz o konunun çok konuşulduğunu zannediyorsunuz, o görüşün hâkim görüş olduğunu zannediyorsunuz. Bir sürü “zan” çıkıyor ortaya.

MÜLKÜN SAHİBİ VAR


Bildiğimiz dünyanın sonu” dedik ya… Nasıl bir mesafedeyiz şu anda? Yani sonun neresindeyiz, anlattıklarınızdan yola çıkarsak?

Aslında bildiğimiz dünyadan farklı bir dünya gelmeyecek. Bize böyle bir tasvir yapılıyor. Sonuçta mülkün sahibi var, hiçbir şey sahipsiz değil. Onlar her tarafa ve her şeye hâkim olduklarına dair yine bir zan üretiyorlar. “Zan endüstrisi” diyoruz biz, çünkü bunu üretmek zorundalar. Az sayıda insan, çok sayıdaki insanı takip edebilmek için kendisinin çok güçlü, yenilmez, mükemmel olduğu algısını oluşturmak zorunda. Bunu da zanlar ile yapıyor. Zan endüstrisinin içinde neler var? İşte sanat var, think tank’ler var, sinema var, medya var, çok atıf alan bilim insanları var. Bunların hepsi bu endüstrinin bir parçası ve bunlar sürekli zan üretmek üzere işliyor bu mekanizma.

İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’Nİ DEĞİŞTİRDİLER


“Ya kardeşim, dizi izleyerek de bir insan eşcinsel olmaz. Siz de abartıyorsunuz.” diyorlar mesela. Sizin yorumunuzdan yola çıkarsak lokomotiflerden biri dizi sektörü.

Oscar Ödülleri’nde 2024’te koydukları kriter… Dört tane kriterleri var. Diyorlar ki “bu dördünün ikisini karşılaman lâzım.” Bu dört kriterin tamamında da LGBT kriteri var. Sonuç: Oscar 2024’te karşımıza çıkan yapımlarda ya kamera arkasında ya kamera önünde ya hikâyenin içinde LGBT çıkacak karşımıza. Şimdi biraz önce “cinsiyet bükücü” kimyasalları konuştuk. Şimdi o kimyasallara maruz kalan gençler, film endüstrisinde karşısına çıkan bütün filmlerde eşcinselleri gördüler. Bunların tamamı en öykünülecek, en ideal rollerde. Yani özdeşlik kuracağınız rollerde eşcinseller var. Hormonları altüst olmuş, okulda da bir öğretmeniniz var: “Nasıl hissediyorsan öyle olmalısın.” Psikoloğa gidiyorsun: “Biz sana erkek ya da kız demeyeceğiz, sen karar vereceksin.” Her taraftaki şartlar buna göre ayarlandığında, sanki organik bir süreç işliyormuş gibi birileri de çıkıyor, diyor ki “Bireysel hak ve özgürlükler, kimse buna karışmamalı.” Bir mesele tanımı yapıyorlar “kadına şiddet” diye. Sonra o “kadına şiddet” tanımına bir çözüm getiriyorlar “İstanbul Sözleşmesi” diye. İstanbul Sözleşmesi’ni Meclis’e getirirken “cinsiyet eşitliği” diye oylatıyorlar, sonra Resmî Gazete’de basarken “toplumsal cinsiyet eşitliği” diye basıyorlar. Şimdi bu komplo teorisi mi, komplo pratiği mi? Resmî Gazete orada, Meclis tutanakları da Meclis’in web sitesinde. Bizi okuyanlar zahmet buyurup bir karşılaştırsın. Zira ben bunu söylediğimde yetkililer bana dedi ki “Olamaz böyle bir şey” dedim. Ben satır satır kendim karşılaştırdığım için. Yazım hatası düzeltme yok. Virgül, noktalama işaretlerindeki hatalar aynen duruyor. ‘Cinsiyet eşitliği’ yerine ‘toplumsal cinsiyet eşitliği’ yapılmış. Peki bu düzeltme ne biliyor musunuz? Onu da Paris 2024 Olimpiyatları’nda gördük. İtalyan kadın boksörün yüzüne inen Cezayirli erkek boksörün yumruğu, “Toplumsal cinsiyet eşitliği.” O kavram yüzünden biyolojik erkek, kadınla aynı ringe çıkabildi. Bugün Birleşmiş Milletler’de raportör eylül ayında açıklama yaptı. Dedi ki “Geçtiğimiz yıl toplumsal cinsiyet eşitliği yüzünden 900 kadın sporcunun madalyası elinden alındı.”

KADIN HAKLARI SAVUNUCULARI İSTİRMAR EDİLDİKLERİNİ HESAP ETMELİ


Bu, kadına şiddet değil mi?

Tam da kadına şiddet. Kadın istismarı. Kadın hakları savunucuları bize toplumsal cinsiyeti savundular. Ne kadar istismar edildiklerini kendilerinin hesap etmesi lâzım.


“Feminist dalgalar” var ya, 1-2-3 diye… Mustafa Merter Hoca bunu çok iyi analiz ediyor. Geldiğimiz noktada, şimdi siz Olimpiyatlardan, spor müsabakalarından örnek verdiniz. Çıkış noktası feminizm hareketleri, toplumsal cinsiyet eşitliğinin… Ama nihayetinde ortada “kadın” da kalmadı değil mi?

Kadınları erkekleştirmek, erkekleri de kadınlaştırmak… Cinsiyetsiz bir dünya. Cinsiyetsiz dünya, sonuç itibarıyla nesilsiz bir dünya… Nesli kurumuş bir dünya. Şimdi gözünüzün önüne “vaat edilmiş topraklar” haritasını getirin. O haritada 20 milyon nüfusla hüküm sürmeleri mümkün mü?


Nasıl sürsünler?

Süremezler, mümkün değil. Dünya üzerindeki toplam nüfusları 20 milyon. Peki o zaman nasıl olacak bu iş? Ya kendi nüfuslarının artması lâzım. O da artmıyor. Oradaki nüfusların ya oradan sürülmesi lâzım ya da oradaki nüfusun düşmesi lâzım. Şimdi bir kısmı “Vaat edilmiş topraklar”ın peşinde ama bunların bir kısmı da diyorlar ki “Ne vaat edilmiş toprakları, tüm dünya…” Onların ahiret inancı da biraz garip. Dünyayı cennet hâline getirmek üzerine çalışan bir kafa yapısı.

SÜREKLİ “ZAN” ÜRETİYORLAR


Filmini de yaptılar hatta. Leonardo DiCaprio’nun oynadığı, ‘Don’t Look Up.’ (Yukarı Bakma.) Biraz dalga geçiyordu ama neticede bütün teoriler de bir filmle ete kemiğe bürünüyor değil mi?

Tabii. Toplumların hazmetmesi böyle sağlanıyor. İşte “zan endüstrisi” bu şekilde çalışıyor. “Zan endüstrisi” diye konuştuğumuz şey, ülkemizde de geldiğinde bakıyorsunuz, siz, sanatçıların herhangi bir konuda duyarlılık gösterdiğini varsayıyorsunuz: “Organik gelişen, toplumun meselelerine duyarlı sanatçılar bir yerde tavır alıyor.” Ama görüyorsunuz ki bugün menajerlik firmaları, menajerler o sanatçıların nerede ne zaman ne konuşacağını bir merkezden belirleyip hayata geçiriyorlar. Sürekli zan üretiyor.


Başımıza bir şey gelmişti. Büyük Aile Platformu’nun ilk yürüyüşünü engellemek için birçok sanatçı aynı anda bizi nefret söylemiyle itham eden paylaşımlar yapmıştı. Yani orada aslında deşifre olmuşlardı biraz…

Bu ifşa süreci daha da artacak, çok güzel bir noktaya getirdiniz. Burada özellikle Yeni Şafak grubuna, GZT’ye ve şahsen Ersin Çelik’e, Çelik ailesine müteşekkiriz. Ve belki de bu programda hani çizdiğimiz, işte “Öbür taraf çok güçlü, orayı kontrol ediyor, burayı kontrol ediyorlar…” hikâyesinin ne kadar boş bir şey olduğunu somut göstergesi, o büyük aile buluşmalarıydı. O bir buluşmada bir araya gelen on binlerce insan, yekvücut olduğunda bunların bütün o oluşturdukları zannı yıktı attı. Ve bugün geldiğimiz noktada, şu anda bu LGBT örgütleri tek tek diyorlar ki “Biz şu faaliyetimizi durdurduk, şunu artık yapmıyoruz, bunu kapattık.” Tek tek kapanıyorlar. Biz yasal düzenlemeyi de istiyoruz ama işte fonlar kesiliyor. Bölücü terör örgütü kendi hâkim olduğu bölgelerde zayıfladıkça bu tarafa gelen finansman bir şekilde kesiliyor. Çünkü arkada bakıyorsunuz, bunlar birbiriyle de ilişkili. Yani bunların misyonunu, sosyo-kültürel terör faaliyetini yürütmek… Bölücü terör örgütü de silahlı terör faaliyetini yürütüyor. Bu kadar organik bir ilişki var içeride aralarında. Bunlar ne zaman sıkışsalar, bölücü terör örgütünün siyasi uzantıları ile boy boy fotoğraf veriyorlar. Meclis’te bunları en çok savunan terör örgütüne müzahir siyasi yapılar.

GAZZE BİZE BİR FIRSAT SUNDU


Şimdi o kadar konuştuk, ettik. Peki ümitvar olmalı mıyız? Ne yapacağız ne edeceğiz? 2025’in ikinci ayından itibaren ne görünüyor, biraz bunu konuşalım…

Tabii ki… Bence çok güzel bir döneme doğru gidiyoruz. Bir mesuliyet var ama. Bakın, 7 Ekim’den bu yana Gazze’de on binlerce kadın ve çocuk şehit oldu. Ve onların ödediği bu bedelle tüm dünya aslında modern uluslararası sistemin zannedildiği gibi bir sistem olmadığını gördü. Onlar bedel ödedi, bu zan yıkıldı. Şimdi bize düşen, bu zemin üzerine bize yakışan dünyayı inşa etmek. Bunun için bir ve bütün olmak zorundayız. Yani “medeniyet” dediğimiz o “tek dişi kalmış canavar”ı biz bir ve bütün olursak çok rahat bir şekilde alt edebiliriz. Yapabiliyoruz, gördük işte. Büyük Aile Buluşmaları ile başlayan şey, bugün geldiği noktaya bakıyorsunuz… Son yapılan araştırmalarda, toplum yüzde yetmişlerin üzerinde diyor ki “Ben buna karşıyım.” İlginç bir şekilde karşı cenaha yakın araştırma şirketleri de objektif araştırma yapan şirketler de şu soruya cevap arıyorlar: “2022’den sonra ne oldu da diğer bütün hususlarda toplumda bir özgürleşme varken LGBT konusunda toplumun kanaati öbür tarafa gitti?” İşte olan şey, insanların farkındalığının artması, durulması gereken yerde duruyor olması. Şimdi Gazze’de yaşananları da tüm dünya gördü. Artık bu hepimize çok ciddi bir sorumluluk yüklüyor. O kardeşlerimizin orada ödediği bedelle… Onlar hesabı verecekler, verdiler; şehitler inşallah. Ama bize de bir hesap geliyor. Onlar kanlarıyla, canlarıyla size bir fırsat penceresi açtılar. Siz burada ne yaptınız? Bu soruya her birimiz kendi dünyamızda cevap bulmak zorundayız. O yüzden biz işi gücü bıraktık, bu nüfus savaşında bu mevziiyi tutmaya çalışıyoruz. Ve ben hani kariyerimde son dönemde, bu uluslararası şirketlerin pek çoğuna danışmanlık yapıyordum. Tabii ki doğal olarak bu süreçle beraber bütün o ilişkileri hem ben kestim hem de oradan kesildi. Fakat ilginç bir şekilde, biz mesafe kat edince şimdi “baştan çıkartmaya” dönük teklifler de yavaş yavaş gelmiyor değil.


Eski bir usuldür zaten… Ne diyor ya da istiyorlar?

Yani, “Bu işler karın doyurmaz. İşte çok büyük projeler var, şu var, bu var…” Bunlar da geliyor ve bunları da ben her bulunduğum ortamda dile getiriyorum. Niye? Ayaklarımı sabit tutmak üzere herkese bunu deklare ediyorum. Şahit tutuyorum ki insan nefsi zayıftır; ben zafiyete düşsem bile çevreden utanma, sıkılma belasına durmam gereken yerde durayım. Yarın yüzüm olsun.


Sunucu–konuk resmiyetimiz var ama emeklerinize çok şahidim. Birlikte 3-4 yıldır yoğun bir teşrik-i mesaimiz var. Gazeteciliğin ve stratejistliğinin dışında LGBT dayatmasına karşı çok fazla kafa yorduk. Şimdi, işte aileyi teşvik, evliliğe teşvik, gençleri yönlendirme gibi çeşitli çalışmalar var. Kore de teşvik ediyor inanılmaz derecede, yardımlar yapıyor. Lakin bir türlü o üreme eşiğini aşamadılar.

Son 15 yılda harcadığı para 200 milyar dolar. Üremede 0,6’da kaldılar. Mesele parayla ilgili değil.


Bir verinin altına düşülürse toparlamak da imkânsız gibi değil mi?

Tabii ki. İlk konuştuğumuz “insanî gelişmişlik” paradigması… “İnsanî Gelişme Endeksi”ndeki ilk 50 ülkenin içinde Kore de var. O ülkelerin tamamı çok ciddi paralar harcıyorlar ama sonuç alamıyorlar. Demek ki problem gelişmişlik paradigmasında. Bireyi merkeze alan gelişmişlik paradigması yerine biz aileyi merkeze alan bir gelişmişlik paradigması çalışmak zorundayız.


Yani sürdürülebilir aile politikası mı?

Evet. Gezegeni merkezi alan “sürdürülebilirlik” paradigması yerine de sürdürülebilir ailenin korunması ve güçlendirilmesi… Bu iki ayrı çalışma. Bu iki ayrı çalışmayla ilgili de yapmamız gereken iki tane stratejik adım var.


ŞİRKETLERİMİZ DE AİLEYİ DESTEKLEMELİ


Neler onlar?

Birisi: Dünya Aile Ajansının, Doğu’yla Batı’nın buluştuğu şehir olan İstanbul’da kurulması ve dünyaya bu teklifi yapması. Yani “Ey insanlık, gelişmişlikte bireyi değil, aileyi esas almalısın.” İkincisi: “Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları.” Hâlihazırda 17 tane ve beşincisi toplumsal cinsiyet eşitliği. 18’inci amacın eklenmesi ve “Ey insanlık, sürdürülebilirlikte gezegeni değil, insanı merkeze almalısın ve ailenin korunması, güçlendirilmesi buraya konmalı.” Bu, şu açıdan çok kritik Ersin Bey. ESG diye bir puanlama yapıyorlar. Şirketlerin sürdürülebilirliğe ne kadar katkı sağladığına, -o 17 amaçta- bakıyorlar ve ona göre bir puan veriyorlar. Puanınız ne kadar yüksekse siz o kadar düşük maliyetli finansmana erişebiliyorsunuz. Hatırlayın, siz köşeye yazınıza taşımıştınız. Türkiye’deki onların temsilcileri demişlerdi ki “LGBT çalışanına partner sigortası yapmazsan banka kredisi vermeyeceğiz.” Şimdi onu biraz yumuşattılar, “teşvik” gibi sunuyorlar. Bu ESG puanlamasında bizim şirketlerimizin geriye düşmemesi için “sürdürülebilir kalkınma amaçları”na 18. amaç eklenmeli. Birileri LGBT’yi destekliyorsa bizim şirketlerimiz de aileyi destekleyerek onlar kadar puan almalı. Böylece de ucuz finansmana erişebilmeleri diyoruz biz.





#Toplum
#Hayat
#Ersin Çelik
#Üner Karabıyık