|
Nihal Atsız ve arkadaşları Fatih’in türbesinde

İçinde bulunduğumuz 2023 yılı Mayıs’ının İstanbul’un fethinin 570. yıldönümü olduğunu Yeni Şafak’ta yayımlanan iki yazımla değerli okuyucularıma hatırlatmıştım. Ayrıca Fatih’in türbesinin 25 yıl kapalı tutulduktan sonra 1950’de nasıl hürriyetine kavuştuğunu konu alan uzunca bir makaleyi de -resimlerle takviye etmek sûretiyle- Derin Tarih’te neşretmiştim. Bu yazımda da yine Hazreti Fatih’ten ve türbesiyle ilgili ibret verici tablolardan söz etmek istiyorum.

Geçen salı günü sık sık gittiğim Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Külliyesi’ne bir kere daha uğradım ve İstanbul Fetih Cemiyeti’nin değerli mensuplarıyla sohbet etme imkânını buldum. Fırsattan istifade, içinde bulunduğumuz mayıs ayının 570. fetih yıldönümü olduğunu hatırlattım ve ne gibi hazırlıklar yapıldığını sordum. Sohbet esnasında bir ara türbeden de söz edilince Mimar Aydın Yüksel Bey, merhum Ekrem Hakkı Ayverdi’den bir nakilde bulundu. Meşhur ve mağfur mimarımızın, Fatih’in türbesinin açılıp naaşına ulaşıldığını kabul etmediğini, böyle bir şeyin Hazreti Fatih’e karşı saygısızlık ve hürmetsizlik olacağını söylediğini nakletti. Doğrudur. Ekrem Hakkı Bey’in ne büyük bir dini hassâsiyete ve tarih şuuruna sahip olduğunu, kendisini tanıyan herkes bilir.

Ama şurası da bir gerçektir ki, bazı zaruretler, böyle büyük insanların mezarlarının açılmasını, nakl-i kubur yapılmasını ve daha başka sebepler dolayısıyla bu yola gidilmesini zorunlu hale getiriyor. Bunu ben de az çok bildiğim için, Sultan İkinci Abdülhamid Han zamanında görülen bir rüyâ üzerine türbenin padişah emriyle açıldığını, naaşının sandukanın altında değil de, caminin mihrabının altında bulunduğunu ve daha bir takım ayrıntıları -biraz da yanlış yapma korkusu duyarak- anlatmaya çalıştım. Konuyla ilgili bilgilerin, Reşat Ekrem Koçu’nun “Osmanlı Padişahları” isimli kitabında ve “Fatih” adındaki eserinde bulunduğunu da ayrıca ilâve ettim.

Tevafuk bu ya… Ertesi gün, eski bir derginin sayfalarını çevirirken, Reşat Ekrem Koçu’nun aynı konuyu işleyen bir yazısıyla karşılaştım. Resimli Tarih Mecmuası’nın Mart 1950 tarihli sayısında “Gayet Mühim Bir Sırrı İfşa Ediyoruz” başlığıyla yayımlanan ilgi çekici bu makaleyi -öyleyse- ben de sizinle paylaşayım.

İstanbul Ansiklopedisi ve daha birçok tarihi eserin müellifi olan Koçu şöyle diyor:

“Herkesin büyük şair bildiği Yahya Kemal’i, ben ayrıca, Türkiye tarihi üzerinde hurda teferruata kadar varan derin bilgisiyle de tanırım. Hayli zaman oluyor, bir gün kendileriyle -nâçiz şahsıma sevgisiyle övünürüm- baş başa sohbet ederken mevzû Fatih Sultan Mehmet’ten açıldı. Üstad, çok zaman evvel dinlediği bir fıkranın tarafımdan tahkik ve tetkikini istedi. O zamandan beri buna imkân elvermedi. İstanbul’un beş yüzüncü fetih yılı yaklaşırken Resimli Tarih Mecmuası’nın aziz okuyucularına bu fevkalâde şâyân-ı dikkat fıkrayı nakledeyim, dedim.

İkinci Abdülhamid devrinde bir yıl, Fatih civarından geçen ana suyolları patlamış, semtin geniş bir kısmında evlerin bodrumlarını su basmış. Semt halkından birkaç kişi de, rüyâlarında büyük şehrin fâtihini görmüşler. Sultan Mehmed, ‘Boğuluyorum, beni kurtarın!’ demiş. Rüyâlar kahvehane sohbetlerine düşmüş. Hafiyeler de saraya jurnal vermişler. Padişahın vehmi ve telâşı malûm. Büyük ceddinin kabrini gizlice açtırmaya karar vermiş. Bu işi de mahrem olarak Fatih İtfâiye Kumandanı Mehmet Paşa’ya havâle etmiş. Mehmet Paşa, gördüklerini hiçbir yerde söylemeyeceklerine yemin ettirdiği ve yeminlerine güvendiği kimselerle işe başlamış. Türbede sanduka kaldırılmış, kabir kazılmış. Fakat üç metreden fazla derinliğe inildiği halde Fatih Sultan Mehmed’e ait hiçbir iz bulunamamış. Nihayet karşılarına bir demir kapak çıkmış. Kapak kaldırılınca bir taş merdiven görmüşler.

Aşağı inmişler. Gayet büyük bir mahzenin ortasında büyük bir mermer, mermerin üstünde de Fatih’in tabutu duruyormuş. Tabut açılmış, cihangir hükümdarın mumyalanmış cesedini görmüşler. Yüz tarâvetini (tazeliğini) olduğu gibi muhafaza ediyormuş. Mehmet Paşa, keyfiyeti Abdülhamid’e arz etmiş. O da, her ne sebepten ise, mahzenin, yolun ve kabrin derhal kapatılmasını ve gördüklerinden kimseye bir şey söylenmemesini tekrar tekrar emir ve tembih etmiş. Fakat Mehmet Paşa, bu tarihi sırrı muhâfaza edememiş. Yakın dostu Damat Şerif Paşa’ya nakletmiş. O da Yahya Kemal’e söylemiş.

En azdan üç kuşak İstanbullu ihtiyarlar arasında şöyle bir rivayet dolaşır:

Fatih Sultan Mehmet, türbesinde, sandukasının altında değil, camisinin mihrabı altında yatarmış. İmamlar okudukları sûrelerde kaza eseri yanılırlarsa, yer altından bir ses gelir, hatayı düzeltirmiş…

Hoş ve şirin bir halk menkıbesi!..

Fatih Camii, Bizans mimarisinin büyük eserlerinden Havariyun Kilisesi’nin yerine yapılmıştı. Bu kilisenin altında da birçok dehlizlerin, yer altı yollarının ve mahzenlerin bulunacağı muhakkaktır. Mehmet Paşa rivayeti ile bu halk menkıbesini birbirine bağlarsak, mezkûr mahzenin, cami mihrabının altına rastlayabilmesi mümkündür.”

Bilindiği üzere, Fatih’in en önemli icraatlarından biri de, hocası Akşemseddin hazretlerinin himmetiyle, Eyüp Sultan hazretlerinin kabr-i şerîfini keşfettirmiş olmasıdır. Padişah, bu muazzam keşiften hemen sonra büyük sahâbinin kabrinin üzerine bir türbe, yanı başına da bir cami inşa ettiriyor. Böylece İstanbul’un en rûhânî ve uhrevî semtinin temeli atılmış oluyor. Birçok yazımda da belirttiğim üzere, şehrimizde Eyüp Sultan hazretlerinden sonra en çok Fatih’in türbesi ilgi görüyor. Bu mübarek türbe 1950’li yıllarda da -güya Fatih’in zehirlenip zehirlenmediğini öğrenmek için- açılmak istendi ama halkın tepkisi buna engel oldu. Bu bahsi başka bir yazıya bırakarak, İstanbul’un tapu senetlerinden biri olan bu Fatih Türbesi’nin yeniden açılışı sırasında ortaya çıkan ibret tablolarından birini daha nakletmek istiyorum.

Merhum Altan Deliorman, “Atsız’la Fatih’in Türbesinde” başlığıyla yayımladığı bir makalede bakınız neler söylüyor:

“Cağaloğlu’ndan gelen caddenin Divanyolu’na ulaştığı yerde, sol köşede eski bir kıraathane vardı, “Pehlivanlar Kahvesi” olarak tanınırdı. Duvarlarındaki eski ve namlı pehlivanların boy boy renkli resimleri asılıydı. Hemen her tabakadan insanların, fakat daha ziyade yaşlıların ve özellikle emeklilerin geldiği bu kahve, geniş ve yüksek tavanlıydı. Sonraki yıllarda yıkıldı ve arsasına bir iş hanı yapıldı.

Atsız’la burada buluşmak üzere sözleşmiştik. Bir yaz günüydü. 1952’nin Temmuz’u, belki de Ağustos’u. Ben, liseden sıra arkadaşım Erk’i de yanıma alarak gittim. Biraz sonra Hoca da geldi (Atsız’ın adı aramızda artık ‘hoca’ydı. Gıyabında nadiren Atsız Bey diye bahsettiğimiz de olurdu).

Düşünüyorum: Niçin buluşmuş olduğumuzu şimdi hatırlayamıyorum. Fakat ayrılacağımız sırada onun, her zamanki gibi Köprü istikametine değil, Aksaray tarafına doğru yöneldiğini gördük.

-Hocam nereye?

-Fatih’e gidiyorum. Bugün Fatih Sultan Mehmed Han’ın türbesinde çalışacağız.

Erk’le birbirimize bakıştık ve aynı anda, ikimiz birden:

-Bizi de götürmez misiniz? diye sorduk. Gelmemizde bir mahzur var mı?

Memnun olmuştu.

-Hayır, hiçbir mahzur yok, dedi, beraber gidelim.

Duraktan Edirnekapı-Bahçekapı tramvayına bindik. Biraz sonra Fatih’teydik.

Türbeye vardığımız zaman, orada bizi küçük bir grubun beklediğini gördük. Bunlar, Atsız’ın kardeşi Nejdet Sançar ve hanımı Reşide Sançar, Atsız’ın hanımı Bedriye Atsız ve o sırada galiba Diyarbakır’da lise öğretmeni olan Kırzıoğlu Fahrettin Bey’di. Biraz vakit geçince İsmail Hâmi Dânişmend de geldi.

İsmail Hâmi gelene kadar Atsız, Kırzıoğlu’na takıldı durdu. Kırzıoğlu, Kürtlerin menşei üzerinde çalışmalar yapıyordu. Kürt adıyla anılan topluluğun bir Türk boyu olduğunu ispat etmeye çalışıyordu. Onun ileri sürdüğü ilmî iddialara ve delillere Atsız başka delillerle cevap veriyor, sakin ve sağlam Kırzıoğlu’nu kızdırmak istiyordu. Fatih’in kapalı türbesi önünde yarım saat kadar bu ilmî tartışmayı dinledik.

İsmail Hâmi Dânişmend, o sıralarda Milliyet gazetesinde günlük yazılar yazıyordu. Ayrıca Fetih Cemiyeti’nin de başkanıydı. İstanbul’un fethinin 500. yıldönümü için hazırlıklar yapılıyordu. Bu yıldönümünün büyük törenlerle kutlanması için gayret gösteriyordu.

Cumhuriyetin ilânından sonra çıkarılan bir kanunla bütün türbeler kapatılmıştı. Bu arada Fatih Sultan Mehmed’in türbesi de kilitlenmniş, kendi hâline terk edilmişti. Dışardan bakıldığı zaman âdeta bir izbeye dönmüş, yer yer harap olmaya yüz tutmuş görünüyordu. Pencere parmaklıklarına birkaç bez parçası bağlanmıştı. Türbe kilitliydi, ziyaret yasaktı ama Müslüman İstanbul halkı, Fatih’i evliyadan sayıyor, onun ruhundan istimdatta bulunuyor, bu yüzden türbenin pencereleri önünde dua ediyor, hatta adaklar adıyordu.

Türbedar, türbe kapısını açmaya bir türlü yanaşmıyordu. Nihayet İsmail Hâmi, otoriter ve tehditkâr bir tavır takındı. Fetih Cemiyeti, gereken izni almıştı, türbeye girilecekti. Türbedarın gözü o kadar korkutulmuştu ki, türbeden içeri bir canlının adım atmasını affolunmaz bir suç gibi görüyordu.

En sonra karşısındaki adamın doğru söylediğine kanaat getirmiş, biraz da hatırı sayılır bir kimse olduğunu anlamış olacak ki, eski, kocaman bir anahtar getirdi, kapıyı açtı.

Hep birlikte içeri girdik. Önce burnumuza bir küf ve pas kokusu çarptı. Loşluğa ve bu tuhaf kokuya bir süre sonra alıştık. Anlaşılan, İsmail Hâmi ile Atsız önceden konuşmuş, gerekli tertibi almışlardı. Bedriye Atsız’ın yanında elektrik süpürgesinden bez parçalarına, küçük süpürgelerden parlatıcı maddelere kadar gerekli her şey vardı.

-Şimdi burasını temizleyeceğiz.

Kolları sıvadık. Kimimiz süpürme, kimimiz toz alma, kimimiz parlatma, cilâlama işlerini üzerimize aldık. Yılların tozu, pası birikmişti. Sildikçe çıkıyor, bir türlü temizlenmek bilmiyordu.

Hey koca Fatih! 21 yaşında İstanbul’u fetheden, ulaşılması güç Konstantıniyye Kızılelması’na erişen yüce dâhi! Büyük Sultan! Bu ne nankörlük! Biz evlâtların mı, senin türbeni bu hâllere getirmişiz? Sana olan şükran borcumuzu, türbeni zamanın tahribatına terk ederek, âdeta senden intikam alır gibi mi ödemeye kalkışmışız? Bizi bu hâle nasıl getirmişler? Hangi bilinmez eller bizi sana yabancı, hatta düşman kılmış?

Eski bir dolabı temizlemeye çalışırken bunları düşünüyor, garip ve acı kaderimize lânetler savurarak gözyaşlarımı içime akıtmaya çalışıyordum.

O gün, diyebilirim ki, Fatih’in ağır bir havayla dolu türbesinde, yüz kitap okusam alamayacağım ibreti aldım.

Atsız’ın belki bilerek, belki farkında bile olmadan verdiği derslerin en değerlisi, orada geçirdiğim beş-altı saatlik zamana sığmıştır.

Sandukanın örtüsü yırtılmış, kirlenmiş, solmuştu. Sanduka çevresindeki parmaklıklar eskimiş, dökülmüş, paslanmıştı. Örtünün ölçüleri alındı, civardan bir usta getirildi, parmaklığın tamiri için anlaşmaya varıldı. Atsız’ı alış-veriş ederken hiç görmemiştim. İlâç ve kitap alımlarının dışında, bir daha da görmeyecektim. Ama ne yaman bir pazarlıkçı olduğunu orada anladım. Birkaç lira eksiğine yaptırabilmek için, usta ile dakikalarca pazarlık etti, dil döktü. İnsaflı ve vicdanlı bir adammış. Bu sözlere mi kandı, yoksa Fatih’in türbesindeki harâbîye mi içi yandı, bilemiyorum; sonunda âzamî indirimi yaptı.

O yaz akşamının alacakaranlığı perde perde inerken, türbeden çıktık. Fatih’e kadar yürüdük. Orada ayrıldık.

Atsız’ın o günkü ıstırabını unutmak kabil değil. Türbenin acıklı görünüşü, terk edilmiş hâli onun gönlündeki yarayı büsbütün kanatmış olmalı, diye düşünürüm.”

#Aktüel
#Tarih
#Dursun Gürlek
1 yıl önce
Nihal Atsız ve arkadaşları Fatih’in türbesinde
Kuklaları oynatan Derin Kuklacılar?
‘Susadım çeşmeye varmaz olaydım’
Türkiye’yi devşirme kurtarıcılardan kurtarma mücadelesi…
Ankara’da vekâletler çekişmesi
Kibirleri boyunlarını aşan muhterisler kim?