Kur’an’da “kalb”in tarifi yapılmıyor, “akıl” kavramı isim olarak geçmiyor ama üç yüzden fazla ayette bir biçimde akıl vurgulanıyor, defalarca kalpleriyle akletmekten bahsediliyor. Bunun üzerine Hz. Peygamberin (SAV) hadislerini de rehber alarak Müslüman düşünürler, kalbin ve aklın ne olduğu ve birbirleriyle ilişkilerini anlatan düşünceler geliştirdiler. Kalpten kastın apaçık bedendeki kalb olduğunu söyleyenler de oldu İmam Gazali gibi fiziki kalb ile akleden kalbin aynı olmadığını düşünerek “Kalbden
Kur’an’da “kalb”in tarifi yapılmıyor, “akıl” kavramı isim olarak geçmiyor ama üç yüzden fazla ayette bir biçimde akıl vurgulanıyor, defalarca kalpleriyle akletmekten bahsediliyor. Bunun üzerine Hz. Peygamberin (SAV) hadislerini de rehber alarak Müslüman düşünürler, kalbin ve aklın ne olduğu ve birbirleriyle ilişkilerini anlatan düşünceler geliştirdiler. Kalpten kastın apaçık bedendeki kalb olduğunu söyleyenler de oldu İmam Gazali gibi fiziki kalb ile akleden kalbin aynı olmadığını düşünerek “Kalbden maksadım Allah’ı tanımaya mahsus bir yer olan ruhun hakikatidir. Yoksa ölülerle, hayvanlarla müşterek olduğu et ve kan değildir” diyenler de… Kanaatimce zaten bu tartışma esasa taalluk etmiyordu zira İslam düşünce tarihi boyunca kalb ve akıl ilişkisi hakkında şu hususlar üzerinde tam bir ittifak vardı.
Kalb, bedenimize kan pompalayan hayati bir organ olmanın ötesinde Yaratıcımızla irtibatımızı sağlayan varoluşsal merkezimizdir. Biz kul olarak ancak kalbimiz aracılığıyla ötelere baktığımız gibi Allah da mütemadiyen bizim kalplerimize bakar. Manevi bakımdan sağlıklı bir kalb, yapısı gereği sürekli olarak hareket eden ve kutsala yönelen bir radar gibidir. Bizi dünya hayatını ebedi sanmaktan, kendimize, heva ve heveslerimize, Yaratıcımızdan gayrısına tapınmaktan alıkoymaya, ancak Yaratıcımızı tanıyıp, ona kulak verdiğimizde huzur, sükûn, sürur ve tatmin bulacağımızı hatırlatmaya çalışır. Ama bu demek değildir ki, kalb, hastalanmaz, her vakit pusula gibi doğruyu gösterir. Kalbin ontolojisine uygun işleyebilmesi için sağlıklı olması, yani sahibi olan kişinin Allah’a, kutsala, yaratılış amacına yönelmesi, Allah’ı anması, hayatını “emri bil maruf nehyi anil münker” ilkesine göre yaşaması, hayrı ve iyiliği çoğaltmak için çabalaması gerekir.
Kalbin yaratıcımızla irtibatımıza sağlayan varoluşsal merkezimiz olduğu anlaşılınca tarih boyunca kalbe yüklenen özellikler de, onun niye akılla özdeşleştirildiği de kolayca anlaşılır. Allah’ı bilen, bizi Allah’a yaklaştıran, O’na kulluk bilincine uygun olarak yaşatan, dünya hayatımızdaki konukluğumuzun geçici olduğunu fark eden, öteleri de öte-dünyayı da anlamaya çalışan kalb’tir. Böyle olunca Allah katındaki değerimiz de kalbimizin O’na yönelik olarak sağlıklı biçimde işleyişiyle orantılıdır. Bedenimiz, beynimiz ve diğer azalarımız ancak kalbin ona bağlı olarak çalışan yardımcılarıdır. Bütün bunlar, kalbin, Allah’ın varlığımıza üflediği ruhla, bize lütfettiği hayatla, bu hayatın imtihan olmasıyla olduğu kadar kalbin neden insanı insan yapan müspet duygularla, sevgiyle, merhamet ve şefkatle, vicdanla, ahlakla ve sağlam karakterle birlikte anıldığını da ortaya koyar.
Elbette kalbi hesaba katmazsanız, canlı oluşunuzu dürtülere ve organlarınızın çalışmasına, haz ve tatmini bedene, düşünceyi ve duyguları beyine, vicdan ve kişiliği psikolojiye bağlayıp açıklarsınız, daha doğrusu açıkladığınızı sanırsınız. Zira açıklamalarınız tümüyle yerli yerinde ve uygun olsa bile insan varoluşunun merkeziyle, yani kalb ile, yani maneviyat ve kulluk bilinci ile bağlantısı kopuk olduğundan eksik kalacaktır. Varoluşumuzun kalbi boyutu eksik kaldığında, bundan sonra gidilecek tek bir yol kalır insana, nefsaniyete, ihtiraslara ve ona sunulan tüketim nesnelerine saplanıp kalmak…
Kalbin vazifesi sadece bunlarla yani bireysel alanla sınırlı değil. Diğer insanlarla bağlılığımız, toplum olma bilincimiz, aidiyet ve sadakatimiz de kalple ilgili. Çünkü kalbi hastalanmış, eğrilmiş insan, asla diğer insanları ve içinde yaşadığı toplumu düşünmez. Bencillik ve ihtiras eninde sonunda bozgunculuk ve nifaka yol açar. O yüzden tüm kadim bilgilerde insanlar arası ilişkilerdeki güvenin de gerçek yerleşim yeri kalbimizdir. Her ne kadar modern psikoloji güveni ve ruhsal bakımdan sağlamlığı, genetik yapımızla, anne-bebek ilişkisiyle ve yetiştirilme tarzıyla açıklasa da tüm bunlar doğru ama yetersizdir. Son tahlilde güven de insani varoluşumun merkeziyle, kalple ilgilidir; o yüzden bağlılıklarımızın hep kalpten olup olmadığını sorun ediniriz.
Kalb ile ilgili olarak tüm bu hususlarda, söylem ve anlatım tarzında farklılıklar olmakla birlikte tama yakın bir ittifak var. Ancak böylesine temel ve hayati bir kavramın algılanmasında da pek tabii bir biçimde farklılıklar ortaya çıkıyor. “Kalb ile akletme”yi, varoluşumuzun merkezinde kalbin bulunduğunu kimse reddetmiyor ama kimileri buradan yani Allah’a ulaşmada kalbin ilk hareket noktası olduğundan yola çıkarak aklı meaş ve aklı maad, kalbi akıl ve istidlali akıl, nakli ve akli bilimler arasında ayrım yapıyor. Aynı ayrımı daha da ileri götürenler, “Nefsini bilen Rabbini bilir” hadisini “kalbi tanımak” olarak yorumlayanlar, madde ve manayı, zahir ve batını keskin biçimde ayıranlar, buna Kur’an’daki bilme eylemi için kullanılan “ilim” ve “marifet” ayrımını gerekçe gösterenler de oluyor şüphesiz. Marifet’i sadece Allah’ı bilme amacına hasrediyor ve bunu ariflerin malumata ve gayrete dayalı kesbi değil tecrübeye, aşka ve Allah’ın inayetine, kalb gözü açıklığına dayalı vehbi bilgiyle yapabileceği özel bir bilgi türü haline getiriyorlar.