Durup oltayı atmak, dönüp zokayı yutmak

00:002/09/2013, Pazartesi
G: 9/09/2019, Pazartesi
Gökhan Özcan

Bir parkta görmüştüm; en fazla 200-250 metrekare genişliğinde bir havuz yapmışlar, içine ele gelir büyüklükte balıklar atmışlar. Havuzun çevresi direkler arasına ağlar gerilerek dışarıdan girişlere kapatılmış. Bilet alıp giriyor, işletme tarafından sağlanan oltalarla isterseniz kıyıdan, isterseniz havuzun içinde dolaşan küçük sandallardan o balıkları avlayabiliyorsunuz. Sonra isterseniz balığı suya geri bırakıyor, isterseniz parasını ödeyip yemek üzere evinize götürebiliyorsunuz. Bu zamana özgü

Bir parkta görmüştüm; en fazla 200-250 metrekare genişliğinde bir havuz yapmışlar, içine ele gelir büyüklükte balıklar atmışlar. Havuzun çevresi direkler arasına ağlar gerilerek dışarıdan girişlere kapatılmış. Bilet alıp giriyor, işletme tarafından sağlanan oltalarla isterseniz kıyıdan, isterseniz havuzun içinde dolaşan küçük sandallardan o balıkları avlayabiliyorsunuz. Sonra isterseniz balığı suya geri bırakıyor, isterseniz parasını ödeyip yemek üzere evinize götürebiliyorsunuz. Bu zamana özgü bir eğlence türü... Zahmetleri giderilmiş, olasılık hesaplarının risklerini sıfıra indiren, insanları pürmaharet kılan ve balıkları çaresiz bırakan haz oyunlarından biri... Eski insana özgü bir "durum"u, yeni insana özgü bir kolaycılıkla paketleme hadisesi... Pek çok açıdan okumaya açık bir modernlik vodvili...

Zamanımızın fikir edinme süreçlerini de çağrıştırıyor bu "havuz denklemi" bana. Bilgi ve düşünce adına ortaya konan hemen her şeyin, çapı öyle çok da geniş olmayan medyatik bir havuzun içine usûlsüzce doldurulduğu bir kültürel fanusun içindeyiz. Bilgi edinmek ve düşünmek adına üstlenmemiz gereken bütün zahmetlerden, çekmemiz gereken bütün çilelerden, katlanmamız gereken bütün sancılardan bizi kurtaracak hazır çözümler sunuluyor sürekli bize. Oltamızı atıp yakalanmaya zaten amade o çözümleri avlıyoruz. Bir şeyler başarıyoruz güya. Bu danışıklı avlanmalar, bize hem bilgilenme ve düşünme noktasında belirgin bir isabet garantisi sağlıyor, hem de başarma hazzı veriyor. Başardığımız bir şey yok halbuki, sosyal alandaki varlığımızı sürdürmemize yetecek asgari söz dağarcığına erişmiş oluyoruz sadece. Ne bilgimiz tam olarak bilgi, ne düşüncemiz düşünce... Dolaşımdaki sığ söz kalıplarını kullanabilir hale geliyoruz ve bu da yetiyor söze karışmamıza, birer uğultudan başka bir şey olmayan onlarca tartışmaya katılmamıza.

Çok mu şaşırtıcı? Değil, hiç değil!

Adeta bir kapana kıstırılarak savunmasızlaştırılan hazır balıkları avlamak varken, gidip bir derenin başında, bir gölün kenarında, bir denizin iskelesinde saatlerce balık beklemeye kim talip olur böyle bir zamanda? Üstelik oltanıza bir balık vuracağının da garantisi yok! Bugünün insanı sevmiyor zahmeti olan, garantisi olmayan şeyleri. Mağlubiyetlerin öğreticiliğine, galibiyetlerin baştan çıkarıcılığına inanmıyor. Bütün hesapları en kolay, en kestirme, en risksiz yoldan kazanmak üstüne. Bu yolda en yüksek hıza ulaşabilmek için, ne kadar insanî olurlarsa olsunlar bütün ağırlıklardan da kurtulmak icap ediyor tabii. Konu para ise de bu böyle, kariyer ise de böyle, fikir ise de böyle ve hatta meslek sanatçılık olsa bile bu böyle...

Masamızın üstüne konan her yeni konu başlığını birbirine karşıt iki slogan üzerinden tartışmaya mahkum oluşumuza şaşırmamak gerek. İlle bir şeye şaşıracaksak; bu sığ karşıtlıklardan toplumun neredeyse hiçbir kesiminin artık rahatsız olmaz hale gelişine şaşıralım derim ben.

Kimsenin zihnini işgal eden sığlaşma dalgalarından şikayetçi olmadığı; aksine, hemen herkesin, neredeyse kendiliğinden kovasına atlayan balıkları avlamanın hazzıyla sarhoş olduğu bir toplumsal "uyuşma" tablosu arzediyor hâl-i pür melâlimiz. Bakıp gönlü sıkışanların buna itirazı da bir "karıncalanma"dan daha fazla bir şey değil!

Avın sadece bir kurgu olduğu, dolayısıyla avlayanın da ister istemez av olduğu trajikomik bir oyunun içindeyiz. Kaybetme korkumuz yok hiç, çünkü cebimizdeki hileli zarlara çok güveniyoruz.