|
"Solgun bir gül oluyor dokununca"

"Çoklarından düşüyor da bunca

Görmüyor gelip geçenler

Eğilip alıyorum

Solgun bir gül oluyor dokununca."

Ne düşürenlere sesleniyor, ne de görmeyenlere gösteriyor düşürüleni şair.

Onu eğilip almanın kendi nasibi olduğunu düşünüyor sanki, ama dokununca o, solgun bir gül oluveriyor.

"Solgun bir gül" oluveren nedir "dokununca?"

Düşürülenin düşünülen olması mı zamanda yoksa düşünülenin düşürülmesi mi mekanda?

Yokluktan mı soyutlanıyor yoksa bir varlığın varlığından mı çıkıyor zuhura?

Yaşlı gözlerden mi, nasırlı ellerden mi, çökmüş omuzlardan mı düşüyor yerlere?

Sır vermiyor Şair, ser vermeye meyyal olan diliyle yeni sorularını bir "paslanmaz bıçağı" biler gibi biliyor:

"Ya büyük şehirlerin birinde

Geziniyor kalabalık duraklarda

Ya yurdun uzak bir yerinde

Kahve, otel köşesinde

Nereye gitse bu akşam vakti

Ellerini ceplerine sokuyor

Sigaralar, kâğıtlar

Arasından kayıyor usulca

Eğilip alıyorum, kimse olmuyor

Solgun bir gül oluyor dokununca."

Yaban değiliz belli ki ona, yabancı da değiliz. Çat kapı geliveriyor çünkü "kimse olmayan", çatılıveriyor alnımızın ortasına, düşüyor duaya durmuş gibi açılıveren ellerimizin arasına.

Kalabalıkları sevmiyor sadece; kalabalıkların zihinden eksiltilmesiyle açılan boşluğu ve o boşluğa doluşan gündelik nesneleri de seviyor.

Karayla ak arasında gerilimsiz geçişleri doğuran gri dumanlardan "kayıyor usulca."

Şair gözü bu, ciğerinden görerek gördüğüne ciğerini sunuyor ama o yine de, "Solgun bir gül oluyor dokununca":

"Ya da yalnız bir kızın

Sildiği dudak boyasında

Eşiğinde yine yorgun gecenin

Başını yastıklara koyunca."

Munisleştiğini düşünüyor Şair onun; ehlileşmesini diliyor sanki, kendisine mahsus, kendisine bağışlanmış olabilecek bir mana kalıbında:

"Kimi de gün ortası yanıma sokuluyor

En çok güz ayları ve yağmur yağınca

Alçalır ya bir bulut, o hüzün bulutunda.

Uzanıp alıyorum kimse olmuyor

Solgun bir gül oluyor dokununca."

Gün ortası açıklığında, gölgesinden soyunmanın mahcubiyetiyle, zamansızlaşarak ve yayılarak mekana Şairin yanına sokulurken, perde üstüne perdeler çekerek sırlıyor yine sırrını, sırları dökülmüş olan hayatın aynasında.

Nar ile tavlanmış bir suyun döküldüğü gibi dökülüyor dil kadehine "güz ve yağmur" kelimeleri.

Hani, kirpiğin üstüne "çeymellenmiş" kaş gibi ağan bulutun ağışında… belli belirsiz bir nazarın içinden geçerek kendi yalnızlığında alıyor ya Şair onu çare bulamayıp dokununca solgun bir gül oluşuna:

"Ellerde, dudaklarda, ıssız yazılarda

Akşamlara gerili ağlara takılıyor

Yaralı hayvanlar gibi soluyor

Bunalıyor, kaçıp gitmek istiyor

Yollar, ya da anılar boyunca."

Upuzun bir hikayenin tanınmaktan tedirgin bir kahramanı gibi duruyor. Kendi hikayesini ele vermek istemiyor ama hikayesinden de kaçamıyor.

Hem nedir ki hikaye dediğimiz, ikiye bölünmüş bir sıcak ekmekten, sadaka için uzanmış elden, karmakarışık halden, yolcusunu bekleyen yoldan, derman bekleyen dertten, derdini seven dertliden, "sırrı olmayan muzırdır" diyen veliden, incitilmiş bir karıncadan, gülün açmasını özlemle bekleyen bülbülden, bebek kokusuna hasret bir kundaktan, aşk sularının bendini yıkmış ellerin kırdığı bir kristal bardaktan, arzuladığı gönle erişememiş bir gönüldeki kırgınlıktan, haddini bilmekten, bir haddi aşmaktan, doğmaktan, doğrulmaktan, yetim kalmaktan, garip olmaktan, kefenler biçen bir makastan, tabuttan, mezardan, illa ki hayattan hep hayattan, hep hayattan yakıştırılmaz mı hikâyeler?

Belki de bu yüzden tam bitişemiyor Şaire ve kaçamıyor ondan:

"Alıp alıp geliyorum, uyumuyor bütün gece

Kımıldıyor karanlıkta ne zaman dokunsam

Solgun bir gül oluyor dokununca."

Aklımı uğruna uğratmayı düşünmediğim bir anda nasıl çıkıverdi karşıma bu şiiriyle Behçet Necatigil, emin olunuz bilmiyorum.

Ben, "ölüm ve hüzün" üzerine yazacaktım aslında.

twitter.com/OmerLekesiz

10 yıl önce
"Solgun bir gül oluyor dokununca"
Efendimiz’in (sav) Zekatı-1
Milyonlar milyarlar havada uçuşuyor
Sandık başına giderken…
Operadaki Hayalet’in “kehaneti” gerçekleşirse…
Ayasofya’yı açan adama vefa zamanı