|
İki akıl yürütme arasında Ankara…

Türkiye tecrübesinde “laiklik” meselesi yüzyıllık ulus-devlet tarihimizin en çok tartışılan konulardan birisi olmasına rağmen ne siyasetçiler ne aydınlar ne de üniversite işin içinden çıkamaz.

Bu konudaki kafa karışıklığının sebeplerinin başında Türkiye örneğinin Batı ülkelerinden farklı olması gelir. Bir diğer sebebi de bizim Batı laikliğinin Hristiyanlık ve kapitalizm ile ilişkisini yeterince anlayamamış olmamızdır. Prof. Dr. İsmail Kara geçen hafta yaptığımız Türk Kahvesi programında Türk tipi laikliğin, imkan ve zorluklarıyla bir mesele olmasının sebebi olarak şunu söyler… “Türkiye örneğinde önemli olan laikliğin din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasından ziyade, din alanı üzerinde baskı kurmak yahut en hafifi tabiriyle kuvvetli bir kontrol mekanizması geliştirmek meyli olmuştu.”

İsmail Kara ayrıca Türkiye’de Batı tipi laikliğe doğru hareket sürecinin Ali Fuat Başgil’den başlayarak milliyetçi-muhafazakar çevrelerin etkisiyle gerçekleştiğini söylüyor. Batı tipi laikliğe giden süreçte en büyük ilerleme soğuk savaş sonrasında; İslamcıların çabasıyla, onların demokrasi, insan hakları, bir arada yaşama söylemleriyle gerçekleşiyor. İ. Kara bu durumun iki türlü okunabileceğini söylüyor. Bir tarafıyla Ankara’nın ve Cumhuriyet’in başarısı; diğer tarafıyla Türkiye’yi merkeze alamamaktan (her kesim için) kaynaklanan sorunların kaynağı…

Laiklik Batı tecrübesinden farklı olarak Türkiye tecrübesinde nasıl yaşandı?
Her şeyden önce Ankara’yı sadece Cumhuriyet ile değil İttihat Terakki döneminden başlatmak gerekiyor. Onlar, laikliği daraltıcı anlamıyla ele almıyor. Belki de bu nedenle laikliğin tarifi tam yapılmış sınırları tam olarak çizilebilmiş değil. Laikliği Osmanlıcaya ladini olarak tercüme etmişken Cumhuriyet sekülerlik yerine çağdaşlık kelimesini kullanıyor. Çağdaşlaşma dediği bu dönemde İslamın bilim-yaşam biçimi-kültür-dil ile bağı kopartılıyor. İsmail Kara bunu “dinin paranteze alınması” olarak değerlendiriyor. Bir tarafıyla önem bir tarafıyla ihmal!

Dindar insanın ve dindarlığın, dini kavramların laikleştirilmesini veya dini olanın laik olan unsurlarla iç içe kullanılmasının Türkiye’de yaşayan insanların hafızasına etkilerini anlatmak elbette daha müşkül olacaktır. Şerif Mardin bir hususa dikkat çekiyor. “Laikleştirici reformlar İslamiyeti daha İslami kılmıştı…” Türkiye’de sekülarist düşüncenin ilk basamağını, modern düşünce biçiminin İslam ile uzlaştırılması çabası oluşturmuştur”… (bkz. Nuray Mert. Laiklik Tartışmasında Kavramsal bir Bakış)

Din dışılık itibar kazanıyor. 1931’deki CHP’nin 3. Büyük Kongresi’nde laikliğin sınırları daraltıcı anlamıyla çiziliyor. Resmi olarak dinin yerine laiklik konuyor. Dini önlerinde bir engel olarak gördükleri gibi, kurumsal İslama karşı tavırları nefret dolu güvensizlik içeriyor. İsmail Kara bu dönemin duygu iklimini Voltaire’in kiliseye karşı duyduğu nefrete benzetiyor.

İKİNCİ AKIL YÜRÜTMENİN YER DEĞİŞTİRMESİ
Başka bir akıl yürütme biçiminde ise
laiklik Osmanlı’ya yakınlaştırılıyor.
Osmanlı meşru yeni laik tarihin bir parçası haline getiriliyor…
Cumhuriyet fikrini ve ideolojisini din ve tarih üzerinden meşrulaştırıyor. Devlet laik olur fert laik olmaz denirken, laiklik bazen diniliğe boyanıyor.

1940 İslam ansiklopedisi neşriyatı kararı, bu politikadan uzaklaşma değil ama diğer akıl yürütme biçimine geçiş için bir değişim işareti oluyor. 1947 CHP Kongresi asıl değişimi başlatıyor. İslamcılık akımının önde gelen isimlerinden Ahmet Hamdi Akseki Diyanet İşleri Başkanı oluyor. 1947’de özel din dershaneleri açılıyor. Aynı dönemde hacca gitmek yasaklanmalı diye kanun teklifleri verilirken, 1949 da İmam Hatip okulları, İlahiyat Fakültesi, kuran kursları açılıyor. Okullarda din dersleri başlıyor. Şemsettin Günaltay, başbakanken yaptığı bir konuşmada kendisini “Bu memlekette Müslümanlara namazlarını öğretmek, ölülerini yıkamak için okullar açan bir hükümetin başbakanıyım” diye takdim ediyor. 1950 yılında türbe ziyaretlerine izin veriliyor, ilk açılan türbe Tanzimatçı Mustafa Reşit Paşa’nın türbesi… 1927 de binaların üzerinde bulunan Arapça yazılar kapatılmıştı. 1950 de bu yazılar açılmaya başlıyor. İlk açılan İstanbul Üniversitesi giriş kapısındaki yazı oluyor. Ezanın Türkçe okunması kararı kaldırılıyor, radyoda dini program yasağı kalkıyor, bunu kandil gecelerinde Mevlit, cuma sabahlarında Kur’an okunması takip ediyor. Siyasi merkezle dinin irtibatı yeniden kuruluyor. Bunu dini çevrelerin sisteme katılması takip ediyor.

Dini olanın laik olan unsurlar için, onlarla iç içe kullanılması, iki akıl yürütme arasındaki değişimler, Türk siyaset tarihinde hem kutuplaşmaya hem de içi içe geçebilmeye sebep oluyor. Hem zorluk hem imkan barındırıyor. Belki de bu nedenle DP, CHP’nin içinden çıkabiliyor, Milli Cepheler kurulabiliyor, DSP, Refah Partisi koalisyon yapabiliyor.

İsmail Kara
“ Türkiye’de din konuşulmadan siyaset konuşulamaz”
derken,
“Türkiye tarihinde ayakları yere basan bir muhalefetin ancak İslam ve Müslümanlık üzerinden gerçekleştiğini”
de söylüyor.
Cumhuriyet tarihini, düşüncesini tek bir dönem gibi ele almak mümkün değil. Siyasi tarih ile düşünce tarihi arasına bir hat çizerek,
bir bütün olarak 20. yüzyıl Türkiye’sine baktığımızda laikleşme ile dindarlaşmanın atbaşı yürüdüğünü görüyoruz. Mustafa Kutlu’nun gerçekte “hangi taraf güçlendi ya da zayıfladı” sorusu ise hâlâ masada.

“Laiklik yanlıları Türkiye’de dinin kültürel potansiyelinin büyüklüğünü kestirmekte yetersizler.” İsmail Kara’dan özetlediğim bu notlara ilave olarak İslamcıların da Türkiye’nin potansiyelini “dindarlıkla” daraltmalarının bir başka yetersizlik olduğunu söylemek isterim.

#İsmail Kara
#Ali Fuat Başgil
#Ankara
2 years ago
İki akıl yürütme arasında Ankara…
Ne olacak bu anne babaların hali?
Seçim sonrası ekonomide manzara nasıl?
Amerikan siyasetinin İsrail ‘trajedisi’
Jeopolitik sürpriz: ABD, Rusya ve İsrail nasıl anlaştı?
Nazlı seçmen günlerinde siyaset