|
İkinci iş olarak yazarlık

Bürokrasi, kamu kurumlarında gündelik çarkın işleyişini sağlamak üzere merkezi otorite tarafından oluşturulan kurallar ile bu kuralları uygulayan görevlilerden meydana gelen resmi ilişkiler sistemidir. Kendisine ayrılan masada, belli bürokratik kademelerden geçerek gelen imzalı-mühürlü kağıtlara yenilerini ekleyerek dosyalayan, havale eden ve son olarak da arşivleyen memur ise, bürokratik sistemin mekanik parçalarından biridir.

Memurların yaptığı işler, istisnai olarak zihinsel yeteneklerini ve bedensel faaliyetlerini teşvik edici nitelikte olsa bile, neyin nasıl yapılacağı yasa ve yönetmeliklerle önceden belirlendiği için, memurun üretkenliği işgal ettiği masanın amaçları ile sınırlıdır. Amirlerinin emir ve talimatları doğrultusunda kendisine görev diye verilen belli bir rutini tekrarlayan memurdan, üretici olması, yenilik ve değişiklik yapması beklenmez.

Modern bürokrasi teorisinin kurucusu olan Max Weber, "memurluk statüsünü, amirlere ve bürokratik sisteme karşı bir tür sadakatle açıklar." Gerçi bu sadakat, vasalın feodal otoriteye veya kölenin efendisine sadakatinde olduğu gibi kişilikle ilintili değildir. Ama statüsünü belirleyen emredici hukuk kuralları ve amirlerine itaat borcu, memurun zihinsel ve bedensel hareket alanını daraltır.

Memurluk dünyanın her ülkesinde ve her türlü politik ortamda, zihinsel yetenek ve faaliyetleri körelten, bağımsız düşünmeyi ve üretkenliği engelleyen bir meslektir. Buna rağmen Türkiye''de memurluk, uzun yıllar toplumsal statü sağlamanın en kolay yollarından biri olmuştur. Bunun, bir zamanlar memura sağlanan geniş maddi imkanlar yanında, aydın kavramının tarihsel gelişimi ile de ilişkisi vardır.

Geleneksel Osmanlı aydını "ulema", Batılılaşma döneminde yerini kademeli olarak Batı tipi laik aydına bıraktı. Ancak benzer tarihsel ve toplumsal mücadelenin içinden gelmeyen laik Türk aydınının, Batılı aydına benzerliği dış görünümünden öteye gidemedi. Batılı aydın her şeyden önce devlet otoritesine karşı verdiği mücadeleyle sivil kimlik ve kişilik kazandı; Türkiye''nin laik aydınları ise, devlet tarafından eğitilip yetiştirildikten sonra yine devlet kademelerinde devletin amaçları doğrultusunda istihdam edildi.

Laik aydınlar ayrıca devletin dönüştürme programını halka taşıma misyonu üstlendiler. Şairler, romancılar, gazeteciler, rejimin yerleşmesine katkıda bulunmak için bürokraside aktif görevler aldılar. Bu nedenle tek parti dönemi boyunca entellektüel hayat, devlet propagandası yapan, devletin yaptıklarına bilimsel kılıf hazırlayan bir tür yağcılık yarışına dönüştü.

1960''lı yıllardan itibaren Batılaşma, resmî politikalar dışında ve belli ölçülerde devletin çizdiği sınırları da aşarak kendi dinamiğini kazandı. Bu dönemde sol görüşlü edebiyatçı ve yazarlar, bürokrasiyi terkederek sivil basın ve yayın organlarında görev aldılar. Aynı yıllarda solculardan boşalan kadroları, ilk örneklerini vermeye başlayan sağcı ve muhafazakar aydınlar doldurmaya başladı.

Üniversiteye başladığım 1968 yılında, şahsen tanıma şansı bulduğum Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Rasim Özdenören, Erdem Beyazıt, Akif İnan değişik kamu kurumlarında memurluk yapıyordu. 1961 Anayasası''nın sağladığı özgürlük ortamında; sol düşünür ve yazarlar muhalif görüşü temsil eden eserler ortaya koydular. Buna karşılık, dindar ve muhafazakar aydınlar, kamuda memur olarak görev alınca, İslami düşünce ve sanat hareketleri henüz filizlenme aşamasındayken pörsüdü. Bunun sonucu olarak da politik hareketler entellektüel derinlikten yoksun, bilgi seviyesi düşük insanların elinde kaldı.

Dindar sermayenin basın ve yayın alanında yatırım yapma geleneği olmadığından, Müslüman düşünür ve yazarlar, geçinebilmek için memurluk yapmayı ve yazarlığı ikinci iş olarak yürütmeyi 1990''lı yıllara kadar sürdürdü. Bu dönemde nice genç yetenek bürokrasinin tozlu dosyaları arasında direncini yitirerek kayboldu.

Ben de gazetelerde düzenli olarak yazmaya memurluk yaparken başladım. Ama öğretim üyeliğinin bir yönü zaten yazarlıktı. Dar çevrede edinilen yeni bilgi ve düşünceleri, günlük olaylarla test etmek, gazete okuyucuları ile paylaşmanın akademik olarak bile faydasını gördüm. 1984''ten itibaren, dört değişik gazetede toplam beş yıl süreyle haftada bir yazdım; entellektüel kaygılarımı kitlelerle paylaşmaktan sınırsız keyif aldım.

Bir süreden beri de Yeni Şafak''ta haftada iki kez, yoğun gündemin kenarında unutulan bir konuyu okuyucularımla birlikte düşünmeye çalışıyorum. Yazıları zamanında yazarak gazeteye ulaştırmakta bir zorluk çekmiyorum. Ama itiraf edeyim ki, yaptığım işten fazla tatmin olmuyorum. Çünkü geçinebilmek için, yazarlık dışında işler yapıyorum. Bu işler yazarlık yapmaya öğretim üyeliği kadar elverişli değil. Okumaya ve araştırmaya yeterli vakit ve uygun ortam bulamıyorum. Bilgi akışının böylesine yoğunlaştığı bir dönemde, gazete yazarlığının ikinci iş olarak yürütülemeyeceğini anlamış bulunuyorum.

Yeni Şafak''ta dört ayı dolduran beraberliğimizi istemeyerek noktalıyorum. Yeni Şafak''a yürüttüğü ilkeli yayıncılıkta başarılar diliyor, değerli okuyuculara saygı ve sevgilerimi sunuyorum.


25 yıl önce
İkinci iş olarak yazarlık
Mübah ile mekruh arasında sanat
Ne olacak bu anne babaların hali?
Seçim sonrası ekonomide manzara nasıl?
Amerikan siyasetinin İsrail ‘trajedisi’
Jeopolitik sürpriz: ABD, Rusya ve İsrail nasıl anlaştı?