Gelişim Psikoloğu Tolga Yıldız: Her şeyimiz 'reels' akışına dönüştü

Ersin Çelik
04:004/05/2025, الأحد
G: 4/05/2025, الأحد
Yeni Şafak
Gelişim Psikoloğu Tolga Yıldız
Gelişim Psikoloğu Tolga Yıldız

Çocukların, gençlerin hatta yetişkinlerin en büyük sorunu artık dikkat eksikliği. Peki dikkatimiz nereye kayboldu? Yoksa çalındı mı? Tek suç cep telefonları mı? ‘Bir Başka Mesele’de bu hafta Gelişimi Psikolojisi Öğretim Görevlisi Tolga Yıldız ile “dikkatimize” dikkat çektik. Yıldız, “Her şeyimiz bir “Reels” akışına dönüştü. İlişkilerimiz, sohbetlerimiz, kavgalarımız… İnsanlarla tartışıyoruz, nereden nereye gidiyoruz. Bir konuda kalmıyoruz. Oraya, oraya, oraya… Dağılıp gidiyor, elimizden kayıp gidiyor. Elimizden kayıp giden muhtemelen kontrol” diyor.

Yaşı 30’ların üzerinde olan, yani telefon ve sosyal medyada önce dünyaya gelen insanların ortak bir sorusu ve sorunu var: Bir meseleye, konuya, sohbete, bir insana, filme, diziye odaklanabiliyor muyuz? Son zamanlarda sosyal medyada en fazla dile getirilen, içerik olarak da tüketilen meselelerden biri oldu dikkat eksikliği. Bir oturuşta bir kitabı bitirmek, bir romanın sayfalarında kaybolmak kitap kurtları için bile artık pek mümkün değil. Yeni nesil ise “dikkat bozukluğu” ile dünyaya gelmiş gibi. Duymuşsunuzdur, üniversiteye hazırlanan veya tez yazan öğrenciler, psikiyatrlarca “DEHB” (Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu) teşhisi konulan hastalara verilen ilaçları kullanıyorlar. Neden mi? Günde birkaç saat, kafasını kaldırmadan ders çalışabilmek için.


Peki ne oldu bize ve bu kayboluşlar nereye varacak? Dikkatimiz nereye kayboldu? Yoksa çalındı mı? Tek suç cep telefonları mı?


Daha pek çok soruyu, Bir Başka Mesele’nin yeni bölümünde İstanbul Üniversitesi Psikoloji bölümünden Gelişimsel Psikoloji Doktoru Tolga Yıldız ile konuştuk. Kaybolan, çalınan ve ellerimizle yitirdiğimiz dikkatin peşine düştük. “Nerede?” diye aramaya çalıştık. Çocuklara odaklandık. Anne-babaları masaya yatırdık.

Bu arada Ramazan Bayramı ile bir ay ara verdiğimiz serimize yeniden başladık. Konularımız birikti. Yeni başlıklar çıkardık, yeni konuklarımız olacak. Meselelerimiz etraflıca konuşacağız. Şimdiden ilan edeyim; önümüzdeki hafta, İletişim Bilişimcisi Sertaç Timur Demir ile insanın ekranla ilişkisini ve yaşadığımız dönüşümü konuştuk.


Tolga Yıldız ile söyleşimizin sohbet halini saat 10 itibari ile Yeni Şafak’ın YouTube kanalından izleyebilirsiniz.


Söz şimdi Tolga Yıldız Hocada…

***


YAVAŞ YAŞARSAK “TEHLİKELİ İNSANLAR” OLURUZ


Hocam Karşınızda bir dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu olan bir sunucu var, bir gazeteci var ama kendime mukayyet olarak size sorular soracağım. Bu meseleyi açmamız gerekiyor çünkü çok fazla dikkat eksikliğine dair, hiperaktivite bozukluğuna dâhil ya da farklı farklı şikâyetler; insanların sosyal medyada kendilerine koydukları, çocuklarına koydukları teşhisler var. Bu bir furyaya dönüşmeye başladı. Baktığımda Batı’da da var, Türkiye’de de çok fazla var. Ama bir uzmanından bunların en baştan oturup dinlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Böyle de başlamış olalım. Nedir bu dikkat eksikliği meselemiz?

Estağfurullah. Şimdi bizi de buluşturan Nihayet Dergisi’ndeki röportajdı. Öncelikle şunu söyleyeyim, bir çerçeve çizmek açısından: Ben gelişimsel psikoloğum ve dikkat ettiğim, benim odaklandığım nokta, bu tip şeylerin gelişimi. Nasıl oluyor da dikkat eden bir varlık oluyoruz ya da dikkatimiz nasıl değişiyor ömür boyunca, bunları anlamaya çalışıyorum. Bir de bunun tıbbi ya da klinik açıdan sınırlarını çizip, kendisi ya da etrafındaki insanların şikâyetlerini, şikâyetlerin ilerlemesini durduran ya da onları daha iyi hâle getiren uzmanlar var. Dolayısıyla onların alanına girmek istemiyorum; yani psikiyatristler, klinik psikologlar, bu teşhisi almış kişilerle çalışanlar. Asıl tanımlamaya çalıştığımız şey, böyle bir teşhis ortada olmasa da kişilerin bir şekilde dikkatlerinden ya da dikkat süreçlerinden şikâyetçi olmaları: ‘Ya ben eskiden bir şeylere çok odaklanıyorum, şimdi artık odaklanamıyorum, şöyle problem oluyor, böyle problem oluyor, işte şunu unutuyorum.’ Böyle şikâyetler duyuyoruz. Biz de çoğu zaman bu şikâyetleri ediyoruz. Dolayısıyla bu çok yaygın; etrafımızda, sağımızda solumuzda bunları çok fazla duyuyoruz. Ortada bir de “Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu” diye bir kavram var. Bu kavramı da hemen kullanıyoruz, depresyon gibi… Yani aslında melankoliye depresyon diyoruz, biraz canımız sıkılsa “depresyon” diyoruz ama gerçekten teşhis almış bir depresyon hastası gibi değiliz. O bambaşka bir şey ve o bambaşka bir süreç gerektiriyor, o kişiyle ilgilenmek için. Aslında bu bir semptom, bir sonuç. Biz dikkatle ilgili konuşmaya başladığımızda ve dikkatle ilgili bu kadar da böyle hevesle konuştuğumuzda, asıl dikkatle ilgili şikâyetlerimizin nedenlerini konuşmaktan da kaçmış oluyoruz. Bunu tıbbileştiriyoruz ya da ‘Benim böyle bir eksikliğim varmış’ gibi konuşuyoruz, bireyi de hapsediyoruz. Hâlbuki çok daha geniş problemlerin bireylerdeki semptomları, sonuçları bunlar. Dikkatinizin böyle olması bir yandan isteniyor. Ne taraftan isteniyor? Çok kaba bir şekilde söylersem, ekonomik yapı tarafından isteniyor. Tüketirken çok düşünmemiz isteniyor; çünkü düşünme biçiminizle de alakalı bu. Acele ettiriliyoruz.

Dikkatli olursak o ürünü almayacağız değil mi?

Tabii… Karşılaştırırsak, analiz edersek, yavaş yaşarsak ekonomik olarak tehlikeli insanlar oluyoruz; çünkü üretirken de hızlı üretmenizi istiyorlar, tüketirken de hızlı tüketmenizi. Hâkim yaşam biçimi, bizi olabildiği kadar üretme ve tüketme döngülerinde tutmaya çalışıyor.

Peki Hocam şu soruyla derinleşelim: Dikkatimiz kayıp mı oldu, yoksa çalındı mı?

Dikkatin doğası nedir, dikkat dediğimiz şey nedir? Bir kere biz bunları, bu kavramları kullandığımızda, “dikkat eksikliği” kavramında olduğu gibi anlıyoruz aslında ama anlaşamıyoruz. Mesela uzman diyor ki: “Tamam, anladığınız şeyi anlıyorum ama biz ona bunu değil, şunu diyoruz.” Yani kavramları daha düzgün, daha doğru yerlere yerleştirmek gerekiyor. Dikkat konusunda da biraz bir ortak zemin yaratmamız lazım. Yani dikkat deyince neyi anlamalıyız ki bunun azalması, çoğalması nasıl konuşulmalı? Gerçekten dikkatinizin dağınık olması bir tehlike anlamına mı gelir? Yani olmaması gereken bir şey, istenmeyen bir şey midir? Bunları düşünmemiz gerekiyor; çünkü bazen de “uçuş uçuş” oluruz.


HER ŞEYİMİZ REELS AKIŞINA DÖNÜŞTÜ


Yani bir depremin olduğu gibi mi?

Evet, bazen hani kendimizi bir şeyleri düşünürken daldan dala atlarken görürüz. Ya da ne bileyim işte şey şakası vardı tabii, sosyal medyanın yapısı ile ilgili bir şey ama… İşte bambaşka bir videoyu ararken yarım saat sonra, bir saat sonra Michael Jackson klibi izlerken bulabilirsiniz kendinizi. Yani “Ben buradan buraya nasıl geldiğimi?” diye düşündüğünüzde… Evet, uzak çağrışımlar, hani yaratıcı süreçler, daldan dala atlama bunlar da olabilir hayatımızda. Ama bazen de bazı konularda daha uzun süre odaklanmak gibi ihtiyaçlarımız var. Biz artık bunu yapamamaya başladık. Her şeyimiz bir “reels” akışına dönüştü. İlişkilerimiz, sohbetlerimiz, kavgalarımız… Yani en yakın insanlarla tartışıyoruz, nereden nereye gidiyoruz. Konuda kalmıyoruz. Oraya, oraya, oraya… Dağılıp gidiyor, elimizden kayıp gidiyor. Elimizden kayıp giden muhtemelen kontrol… Biz kontrolümüzü yitiriyoruz, kendi kontrolümüzü ilişkilerimizin kontrolünü, yaşadığımız kültürle ilişkimizin kontrolünü yitiriyoruz, kendi emeğimiz ile çalışma biçimimizle kurduğumuz ilişkideki kontrolü yitiriyoruz. Bu çok tehlikeli bir yere doğru gidiyor…


“ÇALIŞIRKEN ODAKLAN TÜKETİRKEN DÜŞÜNME!”

Kontrol kime geçiyor Hocam?

Böyle bir masa başında birileri oturuyor ve düğmeye basıyor, hepimizi yönetiyor gibi bir şey söylemek istemiyorum. Öyle değil ama çok net bir parametresi var yaşadığımız ekonomik sistemin, o da “kârlılık.” Şirketler yüksek kârlara ulaşmak istiyorlar ve bunun için de çoğu zaman her yolu mübah görüyorlar. Biz de kamu gücü üzerinden bireysel direnişler üzerinden, örgütlü direnişler üzerinden burada sınırlar çizmeye, kendimizi korumaya çalışıyoruz. Çünkü bu, çoğu zaman şirketlerde bu kararları alan insanları da yutan süreçler oluyor. Onun ayrı bir tüzel aklı var ve o şekilde hareket ediyor. Tabii biz artık dijital bir çağ, veriler, veri üretimi, veri kullanması derken şöyle bir yere doğru gittik: Tüketim çok iyi bir şekilde mekanikleştirildi. Bunu yiyebilecek bir tüketici kitlesinin hazırlanması… Ama tabii şöyle bir handikap var: İyi bir tüketici kitlesi yarattığınızda, kötü bir üretici kitlesi de yaratmış oluyorsunuz. Bu sefer “odaklanamayan işçi” problemi çıkıyor. Yani diyorlar ki: “çalışırken çok iyi odaklan, hem de tüketirken düşünme!”

Hocam, Silikon Vadisi’nde, özellikle sosyal medya platformlarının mühendislerinin birçoğunun sosyal medya hesabı olmadığını öğrendim ben.

Yakınlarına da “kullanmayın” diye söyleyebiliyorlar.

Sonra düşündüm ki ya gerçekten bunlar günde 3-4 saat Twitter’da, Instagram’da, TikTok’ta vakit geçirseler o teknolojiyi üretemezler, o yazılımları, kodları üretemezler.

Para kaybederler aslında. Biz de kaybediyoruz; yani biz de çoğu zaman işte e-ticaret sitelerinde “ihtiyacımız” diye girip, ihtiyacımız olmayan şeyleri alıyoruz. Eskiden marketleri de böyle düzenlerlerdi; hani böyle yan yana öyle koyarlardı ürünleri. Şimdi bütün hayatımız bir ekranda o şekilde akışa dönüştü.

Şimdi burada suçlu arıyoruz ya Hocam… Bütün insanlık olarak, bugün bizi izleyen herkes de… Cebimizdeki cep telefonunu baş zanlı ilan ediyoruz. Aslında o bir ton parayı döküp biz gidip aldık. İlk çıktığında biz gittik, aldık; kuyrukta bekledik ona sahip olmak için. Belki bazı şeylerimizden tasarruf ettik ama en nihayetinde vicdanımızla baş başa kaldığımızda ya da böyle bir eleştiri önümüze geldiği zaman hemen diyoruz ki “Bu telefon yüzünden oldu.” Biz burada bir kontrolsüzlük yaşıyoruz, değil mi? Yani o rıza ilişkisinde bu sefer kaçacak yerimiz kalmıyor.

Tabii, yani ciddi bir vicdan azabına dönüşebilir. Bunu birazcık düşündüğünüzde, yine durduğunuzda, dikkat ettiğinizde kendi yapıp ettiğiniz şeylere, işler çok karışabilir. Yani şimdi aslında şeyi şöyle bir çerçeveyi size sunmaya çalışayım, çünkü bence daha iyi anlayacağız bu kontrol meselesini: İnsanoğlu bedenen hayvanlar âlemine ait. Yani hayvanlarda olup biten her şey bizim de bedenimizde olup bitiyor. Bir canlıyızdır, boşaltım sistemimiz var, yapılar, organ yapılarından oluşuruz. Fakat bizim bedenlerimize bakıldığında, yani hayvanlar âleminde bedenlere baktığınızda bir yön görüyorsunuz: Biz aşağı yukarı ve ön-arka filan olmak üzere asimetrik varlıklarız ve bir tarafa doğru hareket etmeye çok ustalaşmış, hızlı bir şekilde kas yapılarımız var. Ve o tarafa çok hızlı hareket etmeyi odaklanmış. Bütün bir biyolojik tarih bunun üzerine kurgulandı.


DİKKAT İLK DEFA BEBEK 9 AYLIKKEN SİNYAL VERİR

Burada, insan ayırt eden de akıl değil mi?

Evet, yani aklın, ya da akıl dediğimiz şey ne? Aslında yapmaya çalıştığımız şey, akılla tanımlamaya çalıştığımız şey… Hani doğruyu yanlışı ayırt etmek, bir ifadenin, bir önermenin doğruluğunu tartmak… ‘Bu geçerli mi, değil mi?’ Bunu anlayabilmek. Ama bunun için bir dizi başka yeteneğinizin olması gerekiyor. Bunların en altında dikkat yeteneği aslında daha çok biyolojik bir süreç. Kediye ve köpeğe; işaret, ses geldi ya da bir gürültü oldu, o tarafa kulaklarını çevirir, bakar. İnsanoğlu doğal olarak başka hiçbir türde görmediğimiz bir dikkat biçimi daha gösteriyor. 9 ay civarında bunu göstermeye başlıyor. Yani 9 aylık bir bebek ilk defa aklî meleke konusunda bir sinyal vermeye başlıyor. Bebek, ilk defa işaret ettiğiniz tarafa dönüp bakmaya başlıyor. Geri kalan bütün türler, bir yere işaret ettiğinizde parmağınıza bakar ama 9 aylık bebek, dönüp işaret ettiğiniz tarafa bakıyor. Yani işaretler hayatına girmeye başlıyor.


ANNELERİMİZ SOSYAL MEDYA SİTELERİ OLDU

Yani dikkatini celbedecek bir şeye doğru yönelebilir…

Evet, yani başka insanlar… Şöyle söyleyeyim: Bebeğin bir deneyim alanı var. Bu deneyim alanında nesneler var. Bu nesnelerin içinde bazıları, kendisi gibi insan. Varlıklar işaretler ettiği zaman, deneyim alanındaki nesnelerin önem sırası değişiyor. Bazıları daha ön plana çıkıyor, bazıları arkada kalıyor. “O neyi işaret ederse o önemli, benim dikkatimi niçin buraya çekmek istiyor?” gibi düşündüğünü düşünebiliriz. Bu, çocuklar için çok önemli bir aşama, çünkü ortak dikkate girmeye başlıyorlar. Yani orada ikimiz de aynı şeye bakıyoruz: sen bana bir şey gösterdin, ikimiz de bunu görebiliyoruz. Eğer tanıdıksak, güven ilişkimiz varsa, biz aynı kabileden, aynı klandansak birbirimize gösterdiğimiz şeyin bir anlamı olmaya başlıyor: “Neden onu bana gösterdi, neden onu gösterir? Çünkü susadım, çünkü benim susadığımı biliyor,” gibi bir fikir üzerinden devam ediyoruz. Yani daha gündelik dille ifade edersek, çocuğun dikkatini ilk önce bakım verenleri yönetmeye başlıyor, kontrol etmeye başlıyor. Bu kontrol, zamanla yaş büyüdükçe, o annenin dışarıdaki parmağı, çocuğun kendi içindeki parmak olmaya başlıyor. Yani dışarıdan yönetilen dikkat, zamanla içselleştirilip, çocuk tarafından dikkate yöneltilen insana dönüşüyor. Bugün yaşadığımız aslında dikkat krizinin en büyük sebebi, sosyal ilişkilerimizin dağılması. Ta çocukluktan itibaren dikkatimizi yönetecek ilişkilerin içine girmiyoruz. Bunlar tamamen profesyonelleştiriliyor, güven ilişkisinin olmadığı yerlere emanet ediyoruz kendimizi. Dolayısıyla annelerimiz sosyal medya siteleri oldu, pazarlama şirketleri bizi yönetenler oldu. Güven duymadığımız yapılar dikkatimizi yönetmeye başladı.


İNSAN KENDİ CEHENNEMİNİ YARATABİLİYOR

Hocam, tecrübe ortadan kalktı diyebilir miyiz burada? Deneyim ortadan kalktı…

Aslında şöyle söyleyebiliriz galiba. Yani tabii bu şey, çok iddialı olamayacağım şeyler ama hani düşününce, üzerine böyle tefekkür edince, biraz işte akıl yürütünce önermeleri yan yana koyduğumda, şöyle hissediyorum: İnsan hakikaten kendi cehennemini yaratabiliyor. Kendi hataları, daha doğrusu varoluşunu bir hata olarak tanımladığında ve onun üzerinden gittiğinde, orada bir zayıf nokta… O zayıflık aslında onun hem geçmesi gereken bir sınav iken yapması gereken şey derken, başka bir yola girdiğinde ve bunu kontrol edemediğinde kendisini bir hapishanede, bir cehennemde bulmuş oluyor. Bence bütün bir sanat tarihi de o ilk mağara duvarlarındaki resimlerden bugüne kadar, insana bunu anlatmaya çalışıyor. Yani diyor ki: “Senin bir deneyimin var, sen tecrübe eden bir varlıksın. Evet, tecrübe eden varlık olarak deneyiminin farkına var; çünkü düşündüğünü yaşıyorsun.” Bu çok önemli bir şey; nasıl düşündüğümüz, yaşam koşullarımızla da çok alakalı. Ama bu, yani, kaba bir materyalist bakış açısıyla bakmak istemem. Mesela hakikaten diyalektik bir tarafı var. Yani siz evet, belli bir yaşam koşulunda belli bir şekilde düşünüyorsunuz, fakat devamlı bir şekilde o yaşam koşullarını, “üretmek” biçiminizi farkına vardığınızda, onu yönetebiliyorsunuz, dönüştürebiliyorsunuz, aktarabiliyorsunuz. Bu çok önemli bir şey. Dediğim gibi, çocuk ortak dikkat ve dikkat yeteneğiyle dünyaya geliyor. Ortak dikkat bize özgü, bizim kendi çözümlerimizle alakalı bir şey fakat yönetilen dikkat, kontrolü dikkat, seçici dikkat; o bizim aslında şu anda “çalındı” dediğimiz şey. Sosyal olarak öğrendiğimiz bir şey, kültürel bir malzeme o. Bu şekilde ilişkilerin olmadığı gruplarda otomatik bir şekilde kimin eline geçtiğini bilmediğimiz, ama insanlığın altın anahtarı gibi… Yani bütün insanlığı biz aslında bu yetenek üzerine kurguluyoruz. Çünkü bu olmasa dil olmayacak, bu olmasa kurumlar olmayacak, kültür olmayacak. Bir sonraki kuşağı böyle yetiştiriyoruz. Araya ne giriyor? Şimdi YouTube giriyor. Yani şirketler giriyor, çocukları alıyor, çünkü ailelerin çocuklarına ayıracak zamanı yok. “Tamam, aslında bunu şöyle…” Yani mesela yine “çalışan aileler” falan diye söylemek istemem; hep vurguları bu alanda da çok çalıştığım için. Çocuğun enerjisini, o tekrarla düşünme ve deneme şeyine başka bir çocuk yetişebilir; yetişkin yetişemez. Çocuklara çocuk gerekiyor, yan yana gelmeleri lazım.


ÇOCUĞUN ENERJİSİNE ANCAK BAŞKA BİR ÇOCUK YETİŞEBİLİR

Kardeşin ne kadar önemli olduğunu…

Başka çocuklar, başka çocuk… Ya ben kendi çocukluğumda şeyi hatırlıyorum: Biz, gece yarılarında, özellikle ramazan gibi dönemlerde mahallede saatler süren ve onlarca çocuğun katıldığı büyük saklambaç oynardık. Yani bütün mahalledeki o kocaman saklambaç. Tabii dolayısıyla siz, başka insanların bakış açılarını, sizi görüp görmediğini, strateji kurmayı, kandırmayı devamlı kullanıyorsunuz. Bu, bizim bütün toplumsal hayatımızın temelini oluşturan şeyler.

Anneyle, babayla yapamaz çocuk, değil mi?

Hiçbir yetişkinin buna yetişecek gücü olmuyor. O YouTube videoları 4 saat ya, çocuk videoları, tekrar aynı şarkıyı tekrar çalıyor. Yetişkin, birkaç defadan sonra haklı olarak dikkati dağılmaya ve tükenmeye başlar. Çocuklara gereken enerjiyi bugün şirketler işte “uygulamalarla” veriyorlar. Yani çocuk, baştan itibaren hem bu ekosisteme alışmaya başlıyor, onu kullanmaya başlıyor. Bu arada, çok logolar üzerinden sembolik bir tarafı olduğu için çocuklar bunu çok çabuk öğrenirler. Okuma yazma bilmese de direkt uygulamaya girebilir, “tık tık tık” açar ve videoları izlemeye başlar.


“BEDENLE RUHU YENİNDE BULUŞTURMAK GEREKİYOR”

Anne babalar “Çocuğum 3 yaşında fotoğraf çekti, video çekti, uygulamada şunu yaptı… Benim çocuğum üstün zekâlı mı?” falan diye böyle bir heyecana kapılıyorlar.

Şimdi şunu söyleyebilirim: Bireysel teknoloji, cep telefonu bu. Uygulamalar öyle bir hâle geldi ki, ara yüzler hem de ergonomik tasarımlar artık mesela telefon şirketlerinin ürün kutuları içinde kullanım kılavuzu çıkmıyor. Çünkü çok basit. Bir tane düğme var, açıyorsunuz ve geri kalan her şey çok basit dokunma ve sembol okumayla, her seviyenin kullanabileceği basitlikte. Dünya ile ilişkisi olmayan bir yere bile havadan kutuyu atsanız muhtemelen 1 saat sonra kurcalarken bulabilirsiniz insanları. Yani çok basit ve çok kolay kullanılacak hâle getirdiler. Bu, bir açıdan güzel. Çünkü teknoloji bizim malımız; insanlığın ortak malı. Ama bu, insan işte… Nasıl dikkatinizi çalıyorsa, aslında bu ortak mal da çalınıyor. Onların üretim bilgileri, üretim biçimleri belirli grupların elinde kalıyor. Diyorlar ki: “Bütün motivasyonumuz kâr elde etmek. Yani biz bu kadar oyuna şundan giriyoruz, o yarışta rekabet ettiğimiz diğer kurumlarla kârlılığımızı yüksek tutmaya çalışıyoruz.” Yani baktığınızda ekonominin kuralları, tırnak içinde, orada çok iyi işliyor. Ama bu sefer daha büyük bir problem ortaya çıkmaya başlıyor. Bizim gerçekten yan yana gelip bunlar üzerine iyi politikalar üretmemiz gerekiyor.

Mesela hocam ne üretebiliriz? Yani insan burada kâra nasıl geçecek?

Evet, yani bizim parçası olduğumuz varoluşumuzla hem de biyolojik varoluşumuzu tekrar birleştirmek gerekiyor aslında. Sizle yayından önce sohbet ederken dediniz ya: “bedenle ruhu tekrar yan yana getirmek gerekiyor, iç içe öyle hissetmek…” Deneyimi öyle, içimizde hissetmemiz gerekiyor. Benim deneyimim olduğunu hissetmem gerekiyor ve “bizim” deneyimimiz —biz beraber bunu yapıyoruz— “ruh”, hissetmemiz gerekiyor.


GÜVEN YOK OLURSA DİKKAT YÖNETİLİR

Sosyal ortam olacak, muhabbet olacak, karşılıklı sohbet edeceğiz. Kafamızı da telefona gömmeyeceğiz. Bilgi alışverişinde, fikir alışverişinde bulunacağız.

Tek bir şey var aslında: Her şeyin temelinde güven. Güven duygusunun ikame ediliyor olması… Güven duygusunu, duygunuzu yok ettiğinizde, onu ikame etmek için dikkatimizi dağılıyor, dikkatimiz yönetiliyor. Yani aslında bir stres yaşıyoruz. En temelde, insanoğlu… Aslında sürü hayvanlarının hepsinde vardır bu. Baktığınız zaman kanında güven hormonlarının yüksek olduğunu görürsünüz, eğer sakinse, kendi sürüsü içindeyse. Ama biz artık temas etmiyoruz, sohbet etmiyoruz. Anlık 280 karakterlik şeyleri okuyoruz. Ya insanlar yan yana, WhatsApp’ta yazışıyor. Dönüp konuşmuyor. Ortak dikkatimizi kaybettik. Yani biz beraber bir şeye bakmayınca, beraber aynı şeye bakmayınca, beraber bir sahneye bakmayınca, beraber bir perdeye bakmadığımızda, beraber ibadet etmediğimizde, beraber bir şeyler yapmadığımızda… Bunlar, insanlığın en temel çözümleri, çağlar boyunca insanları yan yana getiren temel şey aslında. En temelde mitolojik hikâyeler etrafında toplanmaları, ataların kültleri etrafında toplanmaları… İnsanoğlunu yan yana getirip yabancıları bile tanıdık kılan şey, işte bunu bir dil olarak örgütlemesi, kurumlar olarak örgütlemesi… Bunların hepsi anlamını yitirdi. Biz bugün mesela kurumlarla bile sosyal medya üzerinden iletişime geçiyoruz. Hâlbuki onlar bizim için çalışan tüzel kişiler. İçinde yine bizim gibi gerçek insanlar çalışıyor, o görevleri alıyorlar… Ama arada artık “iletişim kanalları” dediğimiz şeyler, belli şirketlerin yönettiği hallere dönmüş durumda. Yani bununla mücadele etmek için durmamız, yavaşlamamız, sakinleşmemiz, geri adım atmamız gerekiyor. Hem geri adım atacağız, hem birbirimize yaklaştıkça birbirimizle konuşacağız. Yani bunun başka çaresi yok. Bir pandemi gibi düşünebiliriz. Yani böyle dikkatle ilgili şikâyetler ya da bu tip ilgili şikâyetler… Aslında yaşadığımız şey, hepimizin cebinde olan şeyler. Yani belki de en büyük takip etmemiz gereken, en temel ipucu belki de paranın kendisi. Yani parayı takip edip kimin cebinde nasıl dönüşüyor ve o paranın sizin cebinize girip girmeme hâli… Aslında para dediğin şey, zamanınız. Bütün sistem onun üzerinden en kıymetli olan şeyi çaldı, ömrümüzü elimizden almaya çalışıyorlar. Yani siz mesela çocuğunuzla ya da çocuğunuz sizinle zaman geçirecekken, bu kanallara kaymaya başlıyor. Çünkü bu kanalların en iyi bildiği şey, en temelde biyolojik olarak varoluşunuzu çok iyi analiz etmeleri. Bununla ilgili oturup çok uzun uzun biyolojik şeyler yapmalarına gerek yok. Devamlı vücudunuzda taşıdığınız cihazlardan devamlı veri topluyorlar. Aslında bir şey anlamıyorlar, sadece bir veri var ellerinde. Onun yarattığı bir algoritma var, “Ne koyarsak nasıl sonuç alırız?” gibi bir fikir üzerine kullanıcı ara yüzleri filan gibi uzmanlık alanları var. Artık sizi orada tutmak için “bizim gibi uzmanlar” çalıştırılıyor şirketlerde. Yani diyorlar ki: “Ben müşteriyi burada tutmak istiyorum, bunu satın almasını istiyorum, daha fazla tıklamasını istiyorum, daha fazla, uzun zaman geçirmesini istiyorum…” Bunları yapabiliyoruz. Çünkü insan doğası böyle bir doğa ve kurcalayabiliyorsunuz… Bir insan sadece bundan ibaret değil ya, benim aslında en temelde vurgulamak istediğim, şu kalsın isterim akıllarda: Biz sadece bedenlerimizden ibaret değiliz. İnsanoğlu biyolojik varoluşunun üzerine “kaçak kat” çıkan tek şey, o da “kültür” diyoruz. Kültürün de temeli ortak dikkat ve dikkatinizi yönetmek üzere…

Hocam o da tarımdan geliyor…

Evet. Bizim tamamen daha kalabalık gruplar olarak ahenkli yaşamamızda bulduğumuz şey, kendimizi kontrol etmemiz; çevremizdeki insanların da kendilerini kontrol edeceğine güvenmemiz.

Peki Hocam, en çok gelen serzenişlerden biri: “Ben saatlerce ekrana bakıyorum, iki saat, üç saat odaklanabiliyorum, ekranı kaydırıyorum. Hiç alakam olmayan içerikler izliyorum. Ama elime bir kitap alınca beş on dakika sonra sıkılıyorum. Gözüm telefona gidiyor, elim telefona gidiyor.” Bu bir kişinin değil, bizi izleyen hemen herkesin ortak problemidir diye düşünüyorum.

Hepimizin yani, ben de şikâyet ederim. Belli zamanlarda mesela, şimdi ben, hani Türkiye’deki gündem, işte VPN’ler falan… Kurmadım telefonuma, bilgisayarıma. Fırsat yani. Bir süre de girmiyorum, bakmıyorum.

Telefonda üç saat geçirirken canımız sıkılmıyor da niye tonlarca bilgi edineceğimiz kitabı on beş dakika okumaktan geri duruyoruz?

O ara yüzler aslında sizin ‘Uzun süre ben buna bakıyorum’ dediğiniz şey, küçük küçük alakasız içeriklerin arka arkaya koyulması… Aslında çok alakasız değil; sizi her zaman tetikte tutacak. Dikkat ederseniz o içeriklerde şirin kedi videoları, sonra bir cinayet videosu ya da kaza… Sonra erotik içerikli bir şey… Böyle bir akış var. Yani sizi böyle devamlı olarak belli duygulara doğru, ama ‘fragmente edilmiş,’ (bölümlenmiş) böyle tamamen yaşamayacağınız, yaşayamayacağınız, üzüleceksiniz mi sevineceksiniz mi? Mimikleriniz bile oynamayacak.


BÜTÜN HAYATIMIZ KOCAMAN BİR CANAVARA DÖNÜŞTÜ

Ben onu test ediyorum, ekranı kaydıran birinin yüzüne odaklanıyorum, ne tür içerik izleyebildiğini anlayabiliyorum gözünden, kaşından. Ama bunlar anlık oluyor, üç saniyelik, beş saniyelik. Psikolojide ‘duygu durum bozukluğu’ deniliyor, değil mi?

Duygu durum bozukluğu da yine az önce söylediğim gibi, dikkat eksikliği, hiperaktivite bozukluğunda olduğu gibi toplumda belirli bir oranda, çok az bir oranda görülür. Bunlar hastalık olarak tanımlanırlar. ‘Ya ben işte bir günde on tane duygu yaşıyorum, niye böyleyim?’ Aslında etrafımızda ‘sanatçı kişiliği’ ile bilinen, bu şekilde üretim yapan insanlara baktığınızda, böyle olduğunu görürsünüz. Yani güler, ağlar; çabuk duygusal şeyleri değişir. Buradaki problem aslında: ‘tanıdık gelmemesi.’ Ya ben mesela niçin şimdi bu duygunun içindeyim? Sebebi aslında kaygı. Yani sebepsiz bir stres, kaygı dediğimiz şey bu. Yani bir nesnesi yok, neden stres ya da baskı hissediyorum? Hani ortada bir şey olsa korkarsınız; korktuğunuz zaman dersiniz ki, ‘Burada bir ayı var, ben ayıdan korkuyorum.’ Ama ayı yokken, ayı varmış gibi hissetmek doğru bir şey değil. Baktığınızda işte bütün hayatımız aslında kocaman bir canavara dönüşmüş durumda. Biz onu normalleştiriyoruz; orada hiçbir sorun yokmuş gibi. Hatta şöyle bir problemimiz var, bunun ‘doğal olduğuna’ çok iknayız. Sanki insan tarihi böyle yaşamış gibi. Mesela bizim de alanımızda bazı argümanlar bunu çok söylüyor. Yani diyor ki, ‘Sen aslında plaza hayatını yaşarken, mağara adamından farklı yaşamıyorsun.’ Ama çok farklı yaşıyoruz aslında. Tarım devrimi öncesindeki insanların karın doyurmaları için ve yaşamaları için aşağı yukarı haftada yirmi iki-yirmi dört saat çalışması gerektiğini saptıyor deneysel antropolojinin çalışmaları. Bugün en gelişmiş toplumlarda bile haftada kaç saat çalışıyor? Altmış saat mi, kaç saat? Yani gol yemişiz. Mesela yine tarım devrine ilk geçildiğinde insanoğlu küçülüyor ve kemik daha kötü hâle geliyor, daha erken dişleri dökülüyor. Çünkü o avcı-toplayıcı, mevsiminde meyvesini, etini yeme şeyinden ayrılıp, devamlı belli bir ürünü yemeye başlıyor. Buğday var, buğday yiyor. Biz tarım devrinden önceki insan fizyolojisine, Sanayi Devrimi’nde ulaştık. Ama nasıl? Dünyanın dört bir yanındaki ürünleri satan marketlere girerek. Önümüze geldi ama yabancıyız şimdi de. Yani biz artık bir tavuğu avlamıyoruz. Daha fazla çalışıyoruz, verimsiz çalışıyoruz.


MUTFAKLAR YOK OLDU, OCAK TÜTMÜYOR: BECERİKSİZLEŞİYORUZ

Peki hocam, kritik bir soru… Hani bu teorisyenler çok ortaya atıyorlar ya, Güneş’teki o büyük patlama meydana geldiğinde uzun süre elektrik kesintileri olacak diye… Ne olur? Bu çağın insanı, bu enerji kesintisinde ne yapar?

Günlük hayattaki birçok etkinliğimizi bağımsız bir şekilde yapabilme becerisinden uzaklaştık. Yirmi kişilik, kırk kişilik bir klan şeklinde günümüzden iki yüz bin sene, yüz elli bin sene önce yaşayan insanların hayatlarıyla ilgili, bıraktıkları izlere baktığımızda şunu görüyorsunuz: Herkes kendi okunu yapabiliyor, herkes üretimle ilgili ne derdi varsa kendisi uzman, yeni kuşağa da öğretiyor. Ama bugün mutfaklar yok oldu evlerde. Ocak tütmüyor yani. Evde yemek yapılmıyor. Bütün bir sistem aşırı bağımlı başkalarına. Bu bir açıdan güzel bir şey ama bir açıdan da beceriksizleşiyoruz. Tek bir şey yapmaya başladık. Tek bir şey biliyoruz; renkli değiliz. Hani aynı anda hem şunu yapayım hem bunu yapayım… Bütün bu becerilerle ilgili, sosyal olarak dayanışma şeyini kurabileceğiniz yetenekler, bu, ortaklaşmakla ilgili, o da en temelde dikkatlerimizi ortaklaştırıp aynı yere bakmak, aynı yöne bakmakla ilgiliyken biz hepimiz ekranlara bakıyoruz. Birbirimize bakmaktan uzaklaşıyoruz.

Hocam, sizin sosyal medyada bir paylaşımınız var. “En etkili uyuşturucu konfor alanıdır” diyorsunuz… Bağımlı olduk, artık mutfaklarda ocak tütmüyor. Yarın tüttürmek gerekirse, bu konfor alanından çıkmamız gerekirse ne yapacağız?

Galiba Saraybosna’da, savaşların olduğu dönemde, insanlar ciddi şekilde belli yerleşim alanlarında sıkıştırıldıklarında, yol refüjlerinde soğan falan yetiştiriyorlar. Çünkü biliyorlar. Mesela ben bilmiyorum. Benim annem babam bilir ama, ben bilmiyorum. Marketten alıyorum bunları. Yetiştirmeyi bilmiyoruz, toprakla uğraşmayı bilmiyoruz. Üretici değiliz aslında. Biz sadece bir üretici sistemin içinde bir parça ve genellikle de anlamsız bir şey, çünkü önü arkası bizde değil. Bir bütün olarak bir şey yapmıyoruz yani. Sanki gitgide bunlar daha çok önemli olmaya başlıyor günümüz dünyasında. Hatta “maker”lık diyorlar artık. Yani kendi ihtiyaçlarını, kendi giderlerini, kendi yaşamını…

Komünal yaşama doğru özellikle beyaz yakalıların yönelimi var. Köye gitmeler. Bu bir arayış değil mi hocam?

Tabii, aslında benim Türkiye’de gördüğüm şöyle bir taraf var: Hani “kırdan şehre göç etme” konusunda Türkiye gerçekten dünyada rekorlar kırmış bir ülke bence. Çok hızlı bir de iç göç, demografik hareketlilik yaşayan bir ülke. Biraz durulmaya başladı, artık daha çok şehirde. Ama şey tartışılıyor. Diyor ya, “Köye gitmek isteyen beyaz yakalı, burayı da şehre çevirdiniz.” diye kızıyor. Çünkü o da aslında kendi düzenini tekrar kuruyor

Orada bir şehir sosyolojisi kurmaya çalışıyor. Doğalgaz istiyor mesela.

Evet. Ya da mesela şey: Köyden şehre geldiği zaman köy zaten topraktı, “Beton istiyorum.” diyor mesela. Betonu seviyor. Mesela bir meydanın dümdüz beton olması hoşuna gidiyor. Çünkü topraktı zaten, hani buraya geldik. Farklı olan şeyin, “Tertemiz; mesela yıkıyorsunuz, mis gibi oluyor.” filan. Öbür taraftaki kişi de şehirde mesela iki üç kuşaktır yetişmiş, diyor ki “Hani topraklanmak lazım, gidip orada yaşamak lazım.” Şimdi o köyden şehre gelen kişinin yaşadığı neyse… Ki yine de uyum becerisiyle ne yapıyor? Kendisine benzer bir hayat kurmaya çalışıyor. Ama buradan oraya giden kişi genellikle geri kusuluyor. Yani gidip orada başaramadığını görüyor. O sobayı bir ay yakınca “Ya doğalgaz, hani kombi güzelmiş.” deyip geri geliyor. Ama bunlar aslında bağımlılıklarımız.

Bir taraftan da herkes “gezen tavuk yumurtası” istiyor hocam.

Evet. Aslında benim geçen kış çok üzerine düşündüğüm bir şey oldu. Evlerin içinde ateş yanmıyor. Yani ocaklarda biraz. Ama mesela bir zamanlar ateş yanıyormuş evin içinde. Çok büyük, büyülü bir şey. Ben çocukluğu hatırlıyorum, tavandaki hareketleri, onun sesini…


ORTA SINIFIN HAYATINA ATEŞ YOK

İnsanlığın etrafında toplanıp, o muhabbeti kurduğu ana şey, kaynağı ateş.

Ben tiyatro izlemeyi çok severim. Eşim bir tiyatro oyuncusu. Tiyatro sahnelerine gittiğim zaman, ışığın kapandığı zaman şey oluyorum böyle… “Şimdi ateşi yakacaklar.” Yani o spotlar benim için o. Ateş yanıyor ve tekrar başka rollere girmiş, şamanik bir ayin gibi bir şey izliyoruz. Ve bize deneyimimizi canlandırıyorlar, tekrar bir şeylerin içine sokuyorlar; bir şeyleri sorguluyoruz, duygular yaşıyoruz. Işıkla kurduğumuz ilişki artık elektriğe indirgendi tabii. Bu yapay ışık. Ama bir tarafı ihtiyacımız olan şey işte gün ışığı ya da bir alevin ışığı… Onun dinlendiriciliği mesela. Şimdi düşününce, geçenlerde sosyolojiden bir hocama şöyle bir şaka yapmıştım: “Mangal,” demiştim, “En alt sınıfın bir de en üst sınıfın şeyi.” Hani evlerde soba yanıyor ya da şömineler. Lüks oldu. Ama şimdi araya, orta sınıfa bak, orta sınıfa baktığınız zaman, hayatlarında bunlar yok. Camdan çelikten büyük plazalarda yaşam…


Bir ocak sönme, insanlık bir ocak sönme felaketiyle karşı karşıya diyebilir miyiz?

Ya arabesk bir şey belki olacak ama evet. Yaşıyor muyuz? Bir de bize sorun. Hani bu bir yaşam biçimi mi? Yani doğru bir yaşam biçimi mi? Bu arada şeyi söyleyemem: “İnsanın bir tane doğru yaşama biçimi var ve ondan uzaklaştık.” diyemem. Yanlışını daha rahat ortak olarak test edebiliriz ama doğrusu bence çok çeşitli; coğrafyaya çok özgü. Nerede yaşadığınıza göre çok değişir nasıl yaşayacağınız. Coğrafya çok önemli, kültürel birikim çok önemli. Kurumsallık… Hani sizden öncekiler nasıl yaşamış, size ne bırakıyor, siz oradan ne götüreceksiniz… Yani bir “doğru yaşamak” yok.


BAĞIMLILIK İKAMEDİR BİR BOŞLUĞU DOLDURUR

Hocam çok güzel sohbet ama sürenin sonuna geldik. Fakat şunu isteyeceğim: Şimdi diyorlar ya, babalar izliyor, öğretmenler çok fazla izliyor. Bu dikkatle ilgili, çocukların özellikle bu kaybolan dikkatiyle ilgili bir çözüm önerisi vermemiz gerekiyor. Yani ne yapmaları lazım? Çocukları biraz zapturapt altına almaları için…

Tabii, aslında şöyle gibi… Hani disipline etme meselesi bu. Ama “disipline etme,” davranışını disipline etme değil; çocukların davranışları aslında onların deneyimlerinin bir sonucu. Deneyimlerini disipline etmemiz gerekiyor, orada yer alarak. Yani etrafta… Şimdi şunu söyleyebilirim: İnsan yavrusu için bir yetişkin doğal olarak bir lider, onu takip etmeye baştan eğilimli. Siz kural koyduğunuzda çok hoşuna gider, “serbest” bıraktığınızda hoşuna gider. Liderlik yapacak yetişkinler çocuklara, yani onlara yön gösterecek ve beraber işler yapacaklar. Ben mesela ailelere genellikle şeyi öneririm: Diyorum ki mesela, çocuğunuzu alın, sizin için bile zor olacak bir yapboz, bir şey bulun ve bunu beraber yapın. Çünkü sizin için de zor olduğu için yardım ihtiyacınız olacak. Mesela en azından diyeceksiniz ki, “Ya bana şu kırmızıları bir ayır.” Muazzam. İş birliği yapacak, aynı yere bakacaksınız. Bunu tabii “günde bir saat iki saat yapın” gibi reçete yok. Beraber yemek yapın, beraber pazara gidin, beraber bir şeyler yapın. Çocuğu, oyuna dâhil edin, çocuğa sorumluluk vererek kendi hayatınıza da dâhil edebilirsiniz. Hani “Bulaşık makinesini bir boşalt bakalım, tabakların yeri neresi, bilmem ne…” gibi. Bunları yaptığınızda hem çocuk “çocukluğunu” yaşayacak. Çünkü çocuk böyle bir varlık, o terbiye olmak üzere dünyaya gelen bir varlık, yani terbiye olmak istiyor, sizin ona terbiye vermenizi istiyor. Hem de kendini yönetmeyi öğrenecek. Yönetmeyip tanımadığınız insanlara bırakmayın ya da şirketlere, onların “algoritma uzman”larına bırakmayın. Siz doğrudan çocuğunuza sahip çıkın, beraber işler yapın. Zaman tanıyın, canınız sıkılacak kadar “boş zaman” da tanıyın. Çocuklar bu zamanlarda aslında deneyler yapmaya başlarlar, bir şeyleri yapıp yapamadıklarını “check” etmeye, kurcalamaya başlarlar. Bu dengeleri yaratmak gerekiyor. Zor olduğunun farkındayım; bu “yapamadığınız bir şey” yani, beceremediğiniz bir şey değil aslında. Dediğim gibi çok tükenmişlik var.


Anne baba da bağımlıysa hocam?

Zaten genellikle öyle oluyor. Yeğenim de çok meraklıydı, böyle iki yaşında filan, telefon elindeydi. Sonra ben etrafta izlemeye başladım, baktığımda şunu gördüm: Telefona gidiyor, sonra biz yetişkin olarak onun da ilgisini çekecek bir şey yaptığımızda ve onu davet ettiğimizde, direkt bırakıyor. Ama “Aman sussun.” dediğinizde üç ay sonra, üç sene sonra “Ay bu da bundan kafasını kaldırmıyor” demenizin bir anlamı yok. Çünkü yetişkinler de oturup bir telefona bakarsa… Yani çocuk için kaçış noktası. Hep şunu diyorum: Herhangi bir bağımlılık gibi görünen şey “ikamedir.” Bir boşluğu doldurur. Çocuk için ne boşluk? Çocuk için ilişki boşlukları var. Bu ilişki boşluklarını bizim tutmamız gerekiyor. Eşler, ilişki boşluklarını tutmalı, yani birbirlerinin doldurması gerekiyor. Çocuğu da o sisteme dâhil etmeleri gerekiyor.


#Bir Başka Mesele
#Tolga Yıldız
#psikoloji
#aile
#çocuk
#sosyal medya
#Ersin Çelik