Enis Doko: Müslümanlar atom silahına sahip olmalı

Ersin Çelik
04:0016/03/2025, Pazar
G: 16/03/2025, Pazar
Yeni Şafak
Ersin Çelik, Enis Doko.
Ersin Çelik, Enis Doko.

Bilgisi, araştırmaları, Kur’an ve sünnet doğrultusundaki analizleri ve gençliğinin de verdiği enerjiyle birçok kişinin cesaret edemediği ya da girmek istemeyeceği konulara giriyor. Doç. Dr. Enis Doko’dan söz ediyorum. Bir Başka Mesele’nin yeni bölümünde Doko ile din ve bilim ilişkisinin konuştuk. Doko, Müslümanların da nükleer silah, yani atom bombasına sahip olması gerektiğini düşünüyor.

Bazı meseleler boyumuzu aşıyor ama konuşulması da gerekiyor. Sosyal medyada dileyen herkesin içerik üretip fikrini beyan etmenin ötesine geçtiği bu dönemde hem önünün alınması gereken yanlış bilgiler hem de doğru yönlendirmelere ihtiyaç var. Din ve bilim ilişkisi gibi… En klasik ve akla geren soru ise şu: İslam, bilime karşı mı? Din ile bilim çelişiyor mu? Aslında bu sorular bile bir rekabeti ve mukayeseyi ortaya koyuyor. Peki nasıl konuşacağız, neresinden bakacağız. Müslümanlar bilimsel yöntemlerle baskı altına alınmaktan, ezilmekten, savaşları kaybetmekten ve “mazlum coğrafyalar” olarak anılmaktan nasıl kurtulacaklar? Bir Başka Mesele’de bu hafta Doç. Dr. Enis Doko ile din ile bilimin ilişkisini konuştuk. Lisedeyken bir dönem ateizmin çeperlerinde dolaşan ve Allah’ın varlığına iman ettikten sonra araştırmalarını derinleştirip üniversitede fizik ve felsefe bölümlerinden dereceyle mezun olan
Enis Doko, bilgisi, araştırmaları, Kur’an ve sünnet doğrultusundaki analizleri ve gençliğinin de verdiği enerjiyle birçok kişinin cesaret edemediği ya da girmek istemeyeceği konulara giriyor. Videoları elden ele dolaşıyor.


Lafı çok uzatmadan sohbetimize geçeceğim. Söylemişimizin tam deşifresini sitemizde okuyabilirsiniz. Video kaydı ise pazar sabah 10’da Yeni Şafak’ın Youtube kanalında olacak.

Hocam, birkaç hafta önce “Bir Başka Mesele’ye kimleri konuk edeyim” diye Instagram’da sormuştum. En fazla gelen isimlerden biri de sizdiniz. Özellikle gençler sizinle konuşmamı çok istediler. Tabii bizim bir listemiz vardı, orada da yer alıyordunuz. Felsefecisiniz, fizikçisiniz, hâlihazırda İbn Haldun Üniversitesi Felsefe Bölümü Başkanısınız, öğretim üyesisiniz ama bir taraftan da YouTube’da çok izlenen ve artık fenomenleşmeye doğru giden videolarınız var. Bazen güncel tartışmalara da giriyorsunuz. Şöyle özetleyecek olursak: “Nedir Enis Doko’nun meselesi?”

Tabii ben akademisyenim. Dolayısıyla birincil işim öğrenci yetiştirmek ve akademik yayın yapmak. Ama ben şuna inanıyorum: Biz akademisyenlerin halkla da temas içinde olması lazım. Ürettiğimiz bilgileri halkın bize sağladığı kaynaklar sayesinde üretiyoruz. Yani ben bir yazı yazıyorsam, halkın vergileriyle fonlanıyor yaptığım işler. Dolayısıyla halka karşı bir yükümlülüğüm var. Bu yükümlülüğü yerine getirmenin bir parçası olarak YouTube videoları çekiyorum, sosyal medyada paylaşımlar yapıyorum, çeşitli sitelere yazılar yazıyorum. Ana amacım, edindiğim bilgileri, izlenimleri halkla paylaşmak ve onlardan geri bildirim almak. Şuna da çok inanıyorum: Biz akademisyenlerin ciddi bir hastalığı olabiliyor bazen; nefis hastalığı veya halktan kopabiliyoruz. Kendi gerçekliğimizde yaşamaya başlıyoruz, bu da kötü bir şey. Sosyal medya ve YouTube ise halkla birleşip onların dertlerini, hangi sorunlarla ilgilendiklerini görme fırsatı veriyor. Bu niye önemli? Çünkü akademisyenler, yapacakları çalışmalara biraz da toplumun ihtiyaçları doğrultusunda karar vermeli. Sadece “Ben entelektüel faaliyet yapıyorum, ilgi alanım bu,” şeklinde yaklaşmamalı.


BİLİM DENEY YAPARAK ALLAH’IN VARLIĞINI İSPATLAYAMAZ

Hocam tam da bunun için bir araya geldik. Yazdıklarınız, konuşmalarınız, açıklamalarınız ve itirazlarınız üzerine konuşacağız. Ana eksenimiz de “din ve bilim ilişkisi” olacak. Sizin de en fazla üzerinde durduğunuz konu. Dinler tarihinden beri, yalnızca İslâmiyet değil, İbrahimi dinlerden yola çıkarsak hep tartışılmış, sorgulanmış bir meseleyle karşı karşıyayız. Bugün hâlâ bilim bir şeyleri ispat etmenin derdinde ve bu ispat çabası içerisinde de dini boşa düşürme ya da yok sayma gibi hamleler görülebiliyor. Bu durum hâlâ gündemde. Siz de bazen bu konularla ilgili açıklamalar yapıyorsunuz. Peki bu tartışma hep olacak mı hocam?

Tabii ki hep olacak. Bunun daha fazla gündemimizde olmasının bir sebebi var: Bize, din ve bilim sanki birbirine düşmanmış gibi pazarlanıyor. “Müslümanlardan iyi bilim insanı olmaz”, “İslâm ile bilim çatışır.” Felsefe için de benzer şeyler söyleniyor. Mesela bana en sık gelen yorum şu: “Sen Müslümansan tamam. Ama biz seni fizikçi ve felsefeciliğini biliriz.” Böyle yaygın oluşturulmuş bir imaj var toplumda. Bu tartışmaları daha da körüklüyor. Gündeme getiriyor. Zaten benim biraz bu konularla ilgilenme sebebim bu: Gerçekten böyle bir çatışma var mı? Tabi bu bilimin yarattığı bir çatışma değil. Bilim dinle ilgili konuşmaz. Bilim anlam sorularıyla ilgilenmez. Bilim, gözlem ve deneyden çıkan sonuçları bize bildirir. Bu sonuçlar esasında “Allah var mı, yok mu?” sorusuna cevap vermez. Bilim, deney yaparak Allah’ın varlığını veya yokluğunu ispatlayamaz. Doneler verebilir. Benim şahsi fikrim, bilimin kendisi Allah’ın varlığı yönünde bize doneler veriyor. İşaretler veriyor. Kur’an’ın deyişiyle ayetler veriyor. İşaret ettiği yere bakarsak Allah’ın varlığına gidebiliriz. Ama bilim doğrudan dinle ilgili konuşmaz. Bu işaretin peşine gitmek de felsefenin işidir. Bu hep tartışılacaktır.


BİLİM İLE BİLİMCİLİĞİ AYIRMAK LAZIM


“Fizik” ve “metafizik” ayrımını yapmak gerekiyor değil mi?

Mutlaka yapmak gerekiyor. Bilimin ve fiziğin sınırlarını koymamız gerekiyor: O da “görülebilir” alandır. Burada “görülebilir” derken insan gözüyle görmek anlamında değil, deneyle ulaşabileceğimiz… Meselâ teleskop, mikroskop gibi araçlarla beş duyumuzu güçlendirerek evrenin hakikatlerini yakalamaya çalışıyoruz. Yakaladıklarımız, gözlem ve deneyle elde ettiğimiz hakikatlerdir. Ama bütün hakikatler böyle yakalanamaz. İşte metafizik de orada başlar. Burada “doğaüstü” değil “fiziğin ötesi” veya “fizik sonrasını” kastediyorum. Bunun içine ahlak girer, estetik girer, ontoloji girer. Mesela “sayılar var mı?” gibi bir soru var. İlginç bir soru. Deneyle karar veremeyiz, çünkü sayıları gidip yakalayıp göremeyiz. İşte dinin ana soruları: Allah var mı, kader var mı, ölümden sonra hayat var mı? Bunlar bilimin deneyle cevap verebileceği sorular değildir. Dolayısıyla bilimin sınırları burada duruyor; burada dinin alanı ve felsefenin alanı başlıyor. Fakat insanlar, sanki bilim bu alanlara da nüfuz edebiliyormuş gibi davranıyor. Sanki bilim buraları bitirdi gibi davranıyor. Biz buna “bilimcilik” diyoruz. Bilim ile bilimciliği birbirinden ayırmak lazım. Bilimcilik, bilimin tek meşru bilgi kaynağı olduğu iddiasıdır ve zaten bu iddia bilimsel değil, felsefî bir iddiadır.


DOĞAYA BU KADAR ATIF YAPAN BAŞKA DİNİ METİN YOK


“Din ile bilim çelişir” deniyor. Toplumda baskın bir söylem var. Oysa çelişmediğini nasıl açıklamak gerekiyor?

Tabii uzun bir şey söylenebilir. Bir kere dini tanımlamamız gerekiyor. Din derken, İslâm’ı kastediyoruz. İslâm geleneğinde, kelâmda, üç tane bilgi kaynağımız vardır: vahiy, akıl ve gözlem. Dolayısıyla İslâm geleneği gözlemden gelen bilgiler kabul görür. Meselâ Gazali’ye göre bunlar katî (kesin) bilgilerdir. Ehl-i Sünnet geleneğinde gözlemden elde edilen bilgiler kesindir. Hatta bir nasla ilk bakışta çelişki varmış gibi görünüyor, o durumda bile o nası (ayet/hadis) te’vil ederiz. Gözlem ve deneyden gelen bizim için bilgidir. Dini de bir bilgidir. Kur’an’da açıkça görüyoruz: Kur’an âyetlerine de, doğadaki fenomenlere de yine “ayet” diyoruz. İkisi de Allah’a işaret ediyor, Allah’a götürüyor. Bazen kızıyor ateist arkadaşlar bana böyle dediğimde: Antik metinler içerisinde doğaya bu kadar atıf yapan bir dini metin (Kur’an) bilmiyorum. Bu kadar çok, “Görmez misiniz?”, “Bakmaz mısınız?” işte güneşin hareketinden deveye kadar yahut yağmurun yağmasına kadar, uzaya kadar. Evrenin yaratılışına kadar… Sürekli evren üstüne düşünmeye yönlendiren bir kitapla karşı karşıyayız. Böyle bir kitabın ümmetinin bilime düşman olmasını bekleyemeyiz. Fiiliyatta da böyle değildir. Baktığımızda tarih içerisine: İslâm’ın ortaya çıkmasıyla İslâm topraklarında bilimin yükselişi paralel olmuş. Ortadoğu’da İslâm yayılınca, bu coğrafyada bir bilimsel devrim gerçekleşiyor. Biz “bilimsel devrim” veya “Aydınlanma” deyince Batı’daki aklımıza gelir. Ama Batı’dan önce benzeri bizim coğrafyamızda gerçekleşmiştir.


Hatta Batı’ya kaynak olmuş da diyebiliriz değil mi?

Aynen öyle. Batı’ya da kaynak olmuş. Özellikle burada George Saliba’nın ‘İslâm Bilimi ve Rönesans’ın Oluşumu’ kitabını tavsiye edebilirim. Okuyabilir takipçilerimiz. İslâm medeniyetinin yükselişiyle bilimin bu topraklarda yükselişi gerçekleşmiştir. Bu da İslâm’ın bilim karşıtı değil, bilimi destekleyici olduğunu gösterir. Dolayısıyla özünde İslâm’da bilim karşıtlığı yoktur; tam aksine bilime pozitif bir yaklaşım vardır. Nötr de olabilirdi. Budistler çok övünürler: “Biz bilimle çelişmeyiz. Nötrüz” demeye getiriyorlar. İslâm medeniyetinin bilime yaklaşımı pozitiftir, bilime önem verir” demek daha doğru olur.



DİN KARŞITLARI NAKİLCİLERİ KARİKATİRÜZE EDİYOR


Hocam denk geldi, sorayım: Bu kompleksin sebebi nedir? Bir yandan da “Din ile bilim bir arada gitmez, bu yüzden Müslümanlar geri kaldı” şeklinde bir eziklik havası var. Ya da böyle bir eziklik dayatılıyor. Bunun sebebi ne?

Bu soru biraz sosyolojik. Sosyoloji çok uzmanlık alanım değil. Gidip araştırmasını yapmak gerekiyor sahada. Ama şahsi fikrim: İslâm dünyasında yaşadığımız bir travma var. Sanayi Devrimi’nin gerçekleşmesi ve ardından askerî yenilgilerle karşılaşmamız… Dışarıdan gelen bilgilere karşı bir tereddüt oluştu. Bu yenilginin hesabı olarak “medeniyeti” suçlu tutmuşlar. Ben o kanaatte değilim. “Medeniyetimizi değiştirelim…” Bir grup öyle düşünmüş. “Batılılaşmaya gidelim” denmiş. Bu Batılılaşmaya karşı da Müslümanlarda bir direnç var. Burada “Dinimizin değerlerimize zarar verilebilir” düşüncesi var. Bilim de oradan (Batı’dan) geliyormuş gibi algı oluşuyor. Bazı Müslümanlar bilime set koyabiliyorlar. Bu bence hatalı zaten. İnceleyeceğiz: Oradan gelen bilgi dinin özüne zarar mı veriyor yoksa dine uyumlu mu? Gözlem ve deneyden gelen bilgi, zaten dine uygundur. Dinin gerektirdiği bir şey. Bu çekingen tavrı nerede görüyoruz? Ben bun “nakilcilik” diyorum. Nedir nakilcilik? “Sadece Kur’an ve Sünnet’e dönelim, bütün dünyayı sadece buradan anlayalım…” Aslında Ehl-i Sünnet’in klasik tavrı değil. Ehl-i Sünnet her zaman aklı ve gözlemi bilgi kaynağı almıştır. Şimdi bu grup (Nakilciler) aklı devre dışı bırakıyor. Bunlar aslında Müslümanlarda küçük bir grup. Din karşıtları veya din ile ilgilenmeyen gruplar, bunları karikatürize ederek, “Bak, Müslüman olursanız bilim karşıtı olursunuz,” diyorlar. “Dünyanın düz olduğuna, Güneş’in Dünya’nın etrafında döndüğüne inanırsınız,” gibi söylemler getiriyorlar. Oysa İslâm dünyasının altın çağında, ilk dönemlerde bile Müslümanlar Dünya’nın düz olduğuna inanmıyorlar. Karikatürize edilen bir grup var. Batılılaşmaya tepki olarak çıkmışlar. İşte bu grup kullanılarak sanki dinle bilim karşıtmış gibi davranılıyor. İkinci yapılan hata şu: Hıristiyanlık ile bilimin etkileşimini sanki İslâm ile bilimin etkileşimiymiş gibi okuyorlar. Mesela “Katolik Kilisesi bilime karşıydı. Galilei’yi yargılandı, demek ki Müslümanlar da bilim karşıtı” deniyor. Galilei’nin yargılanmasıyla Müslümanların ne alakası var? Bizde Katolik Kilisesi gibi merkezi, mutlak bir otorite yok. Bu tarz bir bilim karşıtlığını bizim medeniyette bulamıyorsunuz.


İstanbul’u fethedemezdik… O topu, bilim olmasa nasıl yapacaklardı?

Doğru. Dolayısıyla bunlar hep yanlış kıyaslar. Oysa bizim oturup kendi gözümüzden bilimi değerlendirmemiz gerekiyor. İbn Rüşd, “süt kardeş” der, bilim ile dine. Çünkü aynı yerden geliyor sütü. İkisi de Allah’a giden ayetler.


Rahmetli Teoman Duralı Hocanın, Sanayi Devrimi ve kapitalizmin bir din olarak yani Protestanlığın ortaya çıkmasına dair çarpıcı görüşleri var. Süreci Hristiyanlığın dönüştürülmesine bağlıyor. Bizde de “Bilim, Hristiyanlığı dönüştürdüyse İslâm’ı da bozar?” gibi bir tereddüt oluşmuş mudur?

Olabilir. Ama burada çok iyi ayırmamız gereken şey, teknoloji ile bilimi birbirine karıştırmamaktır. Bunları ayıramıyoruz bazen. Teknoloji bilimle iç içe evet ama teknoloji dünyevî sebeplerle yapılıyor, tabi hayatımızı kolaylaştırıyor. Teknoloji düşmanı olalım demiyorum. Ama teknoloji toplumları da dönüştürüyor. Bilim çok dönüştürmez. Sosyal medya bizi nasıl dönüştürdü? Akıllı telefonlar nasıl dönüştürdü. Şimdi telefonda reklamlar çıkıyor ve bizim tüketime yönlendiriyor.


BATI HEDONİST OLDU SIRA BİZ DE


Şimdi de yapay zeka bizi nasıl inşa edecek…

Evet. Ama yapay zeka bilim değil ki teknoloji. Bilim, özü itibariyle sadece hakikati peşinde. İdeali bu. Tabi öyle olmuyor, bilim teknoloji için araçsallaştırılıyor. Bilim aslında evreni anlamak, evreni tanımak için yapılıyor. Bu amaçla yapılan bir şeyde İslam’a karşıtlık olamaz ki? Allah, Kur’an’da kaç kez emretmiş bize, bakmamızı bu fenomenlere. Müslümanlar olarak bilimi eleştireceksek; kapitalizme hizmetkar yapılan, teknoloji için kullanılan bilimi eleştirmemiz gerekiyor. Alternatif ne olacak? Bir: Evreni sadece anlamak için bilim. Çıkar için değil, bilim için bilim. İki: İnsanın hizmeti için bilim. Bizim tartışmamız gereken, bilimin metodu veya sonuçları değil. Bilim ne için kullanılıyor. Bunu tartışmamız gerekiyor. Ve burada evet, tereddüde de katılıyorum. Bence teknoloji insanlığın yararına kullanılmıyor. Yani Hristiyanlığı bozmaya geçtim. Teknoloji tamamen sadece kar amaçlı, kapitalizm için kullanılırsa toplumu bozar ve bozuyor da bence. Yani Batı toplumu hedonist oldu. Biz de oraya doğru gidiyoruz, bize gelirse. Yani hedonizm ne demek? “Sadece hazlar iyidir, acı kötüdür. Dolayısıyla hazzını maksimize et, tüketimini maksimize et.” Şimdi bu bilimle ilgili bir şey değil ki. Ama bilim, teknoloji üretmekte kullanılıyor. Teknoloji de böyle bir insan inşa etmekte kullanılıyor. Problem bilimde değil bu. Teknolojinin buraya servis edilmesi. Hatta teknolojide de değil. Teknolojiyi insanlığın hizmetine kullanmamız lazım.


Hocam burada Musevilik farklı bir yerde duruyor değil mi? Din-bilim ilişkisinde…

Musevilik özelindeki tartışmaları çok takip etmedim. Aslında Museviliğin tabi kendi başına çok ciddi sıkıntıları var. Tevrat içerisinde literal okuduğumuz zaman bilimle çelişen çok fazla anlatı var. Dolayısıyla teoride baktığımız zaman Museviliğin dinle-bilim çatışması görmemiz gerekiyor. Ama ilginç bir şekilde tabi Musevi toplumda böyle bir çatışmanın izlerini ben görmüyorum. Yani bunun sebebi belki onlar içerisinde çok büyük bir bilim insanı camiası olması olabilir. Ama tabi çok da iyi incelediğim bir alan değil. Yani Musevilik bağlamında din-bilim çatışmasına bakmadım.


Şöyle; dindarlıklarını üst seviyede yaşayıp ama bir taraftan da bilim ve teknolojide de varlar. Dünyaya da bunu dayatıyorlar…

Evet orası doğru. O çok ilginç bir fenomen. Yani bu kadar az olup, yani nüfusları İstanbul'dan az ama bilim dünyasındaki etkileri muazzam. Yani ben şimdi rakamları hatırlamıyorum ama Nobel ödülü sayısına baksınlar. Nobel ödülü alanların önemli bir kısmı Yahudi kökenli. Bilimlerin çoğunun kurucuları içerisinde ciddi bir Yahudi kökenli düşünür var. Bir kısmı ateist ama Yahudi kökenli. Bu ilginç bir fenomen tabi. Sebep yani bu başarının arkasında ne var onu bilmiyorum. Farklı teoriler var. İşte kimisi “çok ezildiler toplumlar dışlandılar onlar tutundular” diyor. Kimisinin işte “Yahudilerin dayanışmasına” bağlıyor bunu. Bu da tabi Müslümanlar bazen şey diyorlar; “Kur'an'da çok Yahudilere atıf var.” Niye bu kadar Yahudilere atıf var? Aslında biraz sebebini görüyoruz. Yani Yahudiler gerçekten bu tarz işlerde başarılı bir kavim.


Evet Hocam o konuda net bir veri de var ortada. Yani siz Nobel'den bahsettiniz teknolojik anlamda da…

Zenginlik anlamında da. Yani önemli zenginlere baktığımız zaman içlerinde ciddi Yahudi kökenli şeyler var.



MÜSLÜMAN BİLİM İNSANLARI ARTIYOR

İslam coğrafyasında işte İslam akademisinde Müslüman düşünürlerde bu yüzyılda yani yüzyılın başında geride kalan yüzyıla göre bir ilerleme bir kırılma var mı? Bunu görebiliyor musunuz?

Var tabi. Yani Türkiye özelinde de söyleyebiliriz. Genel Müslüman dünyada da söyleyebiliriz. Yayın yapan bilim insanları sayısı artıyor. Nitelikli yayınlar artıyor. Ürettiğimiz teknolojilerde de ciddi artış var. Hani teknolojiyi bilimden ayırırsak oraya bakmamıza gerek yok ama orada da Müslümanlarda artış var. Ama teorik bilimlerde de Müslümanlar eskiye göre çok daha fazla yayın üretiyor. Ve ben bunun önümüzdeki yüzyıllarda çok daha artacağını düşünüyorum. Olumluya çok büyük bir gidişat var.


ÖĞRENCİLİĞİ BİTMEDEN YAYIN YAPAN FELSEFECİLERİMİZ VAR

Türkiye'de durum nasıl hocam?

Türkiye için de böyle. Yani bunun ölçütü ne diyeceksiniz? Yani neye göre bunu ölçeceğiz? Tabii ki nitelikli yayın sayısı. Ben yine rakamlar aklımda değil. Girip bunu araştırabilirler, Google'layabilirler okurlarımız. Akademisyen başına düşen kaliteli yayınlar ve Türk akademisyenlere yurtdışında yapılan atıflar artıyor. Kendi alanımdan örnek vereyim: Eskiden şimdi akademik olarak başarılı bir yayın genellikle indeksler vardı. Başarılı indeksler SSCI, SSCI işte ASİ indeksleri gibi. Buralarda Türkiye adresli yayınlar neredeyse hiç yoktu felsefede. Sıfıra yakındı. Yani birkaç kişinin yayını vardı. Çok büyük bir adam olarak sayıyorduk. Çok büyük bir akademisyen felsefeci görüyorduk. Bugün bizim gençlerimiz de bu yayınları yapıyorlar. Yani benim mesela bir yüksek lisan öğrencim, bizde araştırma görevlisi işte Selen Fettahoğlu mesela. Öyle bir yayın yaptı. Yani daha öğrenciliği bitmeden, doktorası bitmeden bizim öğrenciler böyle yayınlar yapmaya başladılar. Felsefe alanında. Dolayısıyla artık indeksli yayınlar sıradanlaşmaya, akademisyenlerin kolaylıkla yapabileceği şeyler haline gelmeye başladı.


Şimdi öğrencinizden örnek verdiniz. İbn Haldun Üniversitesi'nin öğrencilerinin seviyelerini biraz biliyorum. Bu zamanın gençlerini de çok tartışan bir kesim var: sorguluyor, eleştirip işte bir şey yapmadıklarıyla itham ediyorlar. Bağımlı olduklarını, imkanların önlerine serildiğini söylüyorlar. Sizin hinterlandınızdaki gençlerle ilişkiniz ve gözleminiz nasıl?

Yani bizim üniversite özelinde, İbn Haldun Üniversitesi'ndeki gençleri ben ortalama toplumdaki gençlerden iyi buluyorum. Hangi açıdan iyi buluyorum? Bir kere okuma. Bu çok önemli bir vasıf haline geldi. Aslında çok sıradan olması lazım öğrenci için ama yani belki bir iki kitap okumadan bile özetlerle şunla bunla mezun olan öğrenciler var. Video izleyerek sadece okuma var. Ondan sonra tamamen, işte o dedik ya; kapitalist tuzak. Tamamen üniversiteye bir meslek edinme gözüyle bakan, hani “ben buradan iyi bir şirkette işe gireyim” gözüyle bakan ciddi bir kitle var, gençler içerisinde. Şimdi bizde tam tersi. Öğrencilerimiz entelektüel tartışmalara giriyorlar. Üniversiteyi bir entelektüel gelişim yeri olarak görüyorlar. Bu çok önemli. Zaten hatta bu yüzden bizim üniversitede, birinci sınıfta öğrencilere temel böyle entelektüel beceriler kazandırmaya çalışıyoruz. İşte fen bilimleri dersi var. Ondan sonra istatistik dersi var. Programlama dersi var.


Sözel bölümlerde okuyanlar da mı?

Tabii. Sözel bölümlerde okuyanlar da fen bilimleriyle ilgili dersi alıyor. İşte istatistik dersi alıyor. Çünkü bizim anlayışımız şu: Sözelci olsanız bile temel bilim bileceksiniz. Sözelci olsanız bile temel matematiksel düşünce becerisine sahip olacaksınız. Şimdi bazen işte eleştiriyoruz ya; “Batı’dan gelen şeyler…” Böyle bir ayrım bizim medeniyette yok. “Sözelcisin sen, sayısalcısın sen.” Ya hepsiyle ilgili temel bir bilgi bilimi kimin olacak. Aslında Batı’da da bu çok yok da. Bu bize yeni dayatılan ve bizim gençler öyle düşünüyor. Bana bir genç geliyor: “Ya ben hocam sözelciyim.” Böyle bir kategori yok. Böyle bir insan kategorisi yok. Evet matematikte çok iyi olanlar olabilir. Daha zayıf olanlar olabilir. Ama her insan asgari bir matematik yapabilir. Normalde kendini iyi hissetmediğin alana girip, konfor alanından çıkıp orada zorlanman gerek. Şimdi öğrencilerimiz bizim ilk başta böyle yaptığımız için biraz şey yapıyorlar. “Hocam çok zorlandık, şey yaptık” diyorlar. Ama mezun olurken her zaman gelip teşekkür ederler. “Biz bu konuda hatalıymışız ve evet gördük. Artık matematikten korkmuyorum, bilimden korkmuyorum” diyorlar.


EĞİTİMİN AMACI YETENEK KAZANDIRMAKTIR

Hocam basit düşünelim. Toplum bilimci veriyi nasıl süzecek? Matematik bilmesi gerekiyor değil mi?

Artık yapay zeka çağındayız. Bir sosyal bilimcinin veriyi süzmesi lazım. Veriyi alması lazım dediğiniz gibi. “Ben sosyal medyayı takmıyorum. Yapay zekayı takmıyorum. İstatistiği takmıyorum” diyen bir sosyal bilimci olamaz. Felsefeciler de buna dahil. Ben işte felsefeciyim. Matematikle işi olmayan gibi görünebilir dışarıdan. Hayır benim için matematik bilen adam bir sıfır öndedir. Hatta bizim öğrencilerimizin çoğu felsefe bölümünde yüksek lisans yapan, -işte demin verdiğim öğrencim de dahil- fen bilimleri tarafından geliyor. Dolayısıyla öyle bir ayrımı bence zihnimizden silmemiz lazım. Her şeyde asgari bir beceri kazanmamız lazım. Bunlar beceridir. Bizim eğitim sisteminin önemli bir hatası ki, biz İbn Haldun'da bu hataya düşmemeye çalışıyoruz. Bilgi yüklemeyi düşünüyoruz. Bilgi verelim: “Sen söz elçisin şunu öğren…” Eğitimin amacı bilgi değildir. Yetenek kazandırmaktır. Sayısal düşünme, programlama gibi asgari yeteneklerimiz olması gerekiyor. Analitik düşünme, bilimsel düşünme... Çünkü hayatımızda bunlar çıkıyor. İş yerinde de çıkıyor.


BECERİSİ OLAN BİLİR

Motora fonksiyon katmak değil mi?

Tabii fonksiyon katmak, beceri katmak. Bu beceriler, temel beceriler bunu katmaya çalışıyoruz. Yoksa bilgiyi herkes öğrenir. Bir de bu çağda bilgi çok daha kolay. Artık herkesin elinde. Bilgi meselesi değil, beceri meselesi. Becerisi olan bilir zaten.


O zaman çok değil, 10 yıl sonrasına dair büyük bir ümit varlık var. Daha yeni başlanmış diyelim. Belki 7-8 yıllık bir hikayesi var…

Tabii. On yılı doldu ama tabii 10 yıldır öğrenci almıyoruz. Çok yeni başladık tabii. Görece yeni bir üniversite ama aldığımız yol bence güzel.


HAKLI SAVAŞIN ŞARTI KAZANMAKTIR

Bu din-bilim Gazze'yi bir yere oturtmak istiyorum. Gazze'nin direnişi bir iman direnişiydi. Üst düzey teknolojiyi çaresiz bıraktı. Amerika'nın ve İsrail'in en üstün silahlarına oradaki 3 yaşındaki, 4 yaşındaki çocuklar imani bir bilinçle, iradeyle direnç gösterdiler. Sonuç ortada ve artık saçma sapan senaryolar konuşuyorlar. Yenemedikleri halkı oradan sürmek için değişik kurgular peşindeler…

Bu insan iradesinin ve imanın zulüm karşısındaki bir zaferi ve insanın, insana olan güveni aslında tazeliyor. İnsan istediği zaman, bir davaya inandığı zaman nasıl başarılı olacağını gösteriyor. Burada bilimden çok teknoloji meselesi var. Din-teknoloji bağlamında da bize önemli bir mesaj var. Biz medeniyet olarak teknolojide geri kalmamamız gerekiyor. Şimdi bu hani teknolojiyi bir taraftan eleştirdik. Kapitalist güdülerle gidiyor ama başarılı olacaksanız bir savaşta teknolojinizin olması lazım. Şimdi bazen bana kızıyorlar. “Hocam sen Müslümansın, niye SİHA paylaşıyorsun” veya “uçak paylaşıyorsun” diye. Ya realist olmamız lazım. Evet keşke barış olsa, keşke hiç savaş olmasa ama “haklı savaş” diye bir şey var. Müslümanlar pasifist değil. Yani “biz hiçbir koşulda savaşmayız” demiyoruz. Biz, “haklı dava için savaşırız dememiz” lazım. Ve haklı savaşın bir şartı şudur her zaman: Savaşı kazanabiliyor olmanız lazım. Peygamber Efendimiz hicret etti. Savaşmadı, niye? Kazanamayacağın bir savaşa girmeyeceksin, insanları zayi edersin. Günümüzde savaş kazanmak istiyorsak, güçlü olacağız. Zaten güç sizin zarar görmenizi de engeller. Dikkat edin kan nerede akıyor? Zayıf olan uluslarda akıyor, teknolojisi olmayan uluslarda akıyor.


MÜSLÜMANLAR NÜKLEER SİLAHA SAHİP OLMASI GEREKİYOR

“İslam coğrafyası mazlum” fotoğrafı çıkıyor ortaya...

Aynen öyle. Onun için bizim güçlenmemiz gerekiyor. Teknolojide güçlenmemiz gerekiyor. Daha ilerisini söyleyeyim: Müslümanların atom silahına, yani nükleer silaha sahip olması gerekiyor. Niye sadece Batılılarda olsun? Evet Pakistan'da var bizim ama adamlarda bir güç dengesi oluşmuş. Şimdi kimse Rusya'ya kolay kolay operasyon yapmıyor. Caydırıcı. Bizim de olması lazım. Biz de caydırmamız gerekiyor. “Kullanalım” demiyorum. Ama Müslümanların güçlü olması gerekiyor. Yani bu öyle pasifist değiliz biz. Çünkü pasifizm gerçekçi değil. “Ben hiç savaşmayayım hiçbir koşulda...” Bu gerçekçi değil. O zaman ezerler. Acı çekersin, öldürülürsün. Ama haktan yana kullanacağız gücü. O ayrı mesele.



DİNİNİN YORUMU DEĞİŞİR VAHİY DEĞİŞMEZ

Bir kesimin bir eleştirisi var: “Dinle-bilim bir arada olmaz. Çünkü bilim ileride değiştiğinde din de değişir.” Ya da “Değişecek mi?” tereddütü ve sorusu var. Burada İslam'dan taviz vermezsen bir problem olmuyor değil mi Hocam?

Bir problem olmuyor. Bir de şurada şunu anlamak gerekiyor: “Şimdi bilim değişecek. Dolayısıyla bilime ben güvenemem.” Şimdi bu bir kere doğru ama eksik bir tespit. Doğru kısmı şu: Bilimde ciddi değişen şeyler var. Ama bilimde değişmeyen şeyler de var.


Nasıl hocam?

Suyun H2O olduğu değişmeyecek. Öyle bir gün gelecek ki; “su H2O değilmiş ya. Suda demir varmış…” Hayır öyle bir şey yok. Suyun atomik yapısında demir yok. Efendim öyle bir gün gelecek ki; “Dünya yuvarlak değilmiş, kareymiş.” Öyle bir gün gelmeyecek. Dünya yuvarlak. Şimdi dolayısıyla kesin bazı hakikatler var bilimin bulduğu. İşte güneşin yıldız olduğu, ayın dünyanın etrafında döndüğü. Tonla liste sayarım. Şimdi bilimin daha yeni oturan, olgunlaşmamış kısımları vardır. Orada değişimler olabilir. Bir de bilimin olgunlaşmış kısımları vardır. İşte bir kişinin atıyorum beyninin düşünce merkezi olduğu. Bu değişmeyecek. İşte beynin “broca bölgesine” zarar verirsen kişi konuşamaz. Konuşma yeteneğini kaybeder. Bu değişmeyecek yani. Bilimde değişmeyecek hakikatler vardır. Bunlara dikkat etmemiz gerekiyor. Ya da değişmesi çok çok zor olan şeyler. Bir de bilimin değişebilir kısmı vardır. Buna uzmanlar karar veriyor. O yüzden bunu onlara bırakacağız. İkincisi: Benzer bir şey aslında dinde de olabilir. Şunu ayırmamız gerekiyor. Vahiy vardır, evren vardır. İkisi de değişmez. İkisi de Allah'ın ayeti. Bilim evrenin yorumudur. Dinde bizim yazdığımız tefsirler de vahyin yorumudur. Tefsirler de değişir. Fahrettin Razi'nin tefsiriyle Elmalılı Hamdi Yazır'ın tefsiri aynı değil ki. Okuyunca; “Din mi değişti” diyeceğiz? Hayır. Dinin yorumu değişti. Vahiy değişmedi. Kur'an aynı Kur'an ve Kur'an değişmeyecek. Dinin sabit olması demek artık Peygamber gelmeyecek, vahiy değişmeyecek demek. Ama din alimleri yeni tefsirler getirebilir, yeni bilgiler ışığında. Çünkü bilim bizim için bir veri kaynağıdır. Bu veri geldiği zaman biz tefsirimizi yenileyebiliriz. Mesela Elmalılı Hamdi, “Nuh Tufanı bölgesel bir tufandı” diyor. Eski tefsirlerde o kadar bunu bulamıyoruz. Var, oralarda da var. Ama Elmalılı Hamdi Yazır'ın döneminde jeoloji anlaşılmış. Dolayısıyla “Nuh Tufanı bölgeseldi” diyor ve gerekçelerini sunuyor. Yani tefsirler de değişir. Bilim de değişir ama değişmeyen nedir? Vahiy değişmez. Peygamber Efendimiz'den gelen hadisler değişmez. Yeni bir hadis gelmeyecek, yeni bir vahiy gelmeyecek. Aslında öbür tarafta da evren de değişmez. Yeni yasalar çıkmayacak. Ama bilim evrenin yorumudur, insan yanılır. Tefsir, vahyin yorumudur. Orada da insan yanılır yani.


Bir şey geldi aklıma. Cins Dergisi, bu ayki sayısında yazarlarından bir hadis seçmesini ve yorumlamasını istedi. Ben de bir Hadis-i Şerif’i zamanında okumuştum ama netleştirememiştim. Muhammet Yazıcı Hoca'ya yolladım. Sahihliği konusunda… Tirmizi'de var, Buhari'de de var. Peygamber Efendimiz zamanın anlaşılmasıyla ilgili “Zaman yakınlaşmadıkça kıyamet kopmaz! Bu yakınlaşma öyle olur ki, bir yıl bir ay gibi, ay bir hafta gibi, hafta da bir gün gibi, gün saat gibi, saat de saman alevi gibi veya kibritin tutuşup hemen sönmesi gibi (kısa) olur.” diyor. Şimdi o Hadis-i Şerif’ten bugüne bakınca “24 saat günümüzde 24 saat değil” algısı ile yüzleşiyoruz. Gerçekten herkesin problemi bu. Zaman yetmiyor. Değişmeyen bir şey var ve aslında bu bir mucize. Değil mi hocam?

Yani o hadis değişmiyor. Ama onun bizim yorumumuz değişiyor. Çünkü bazen bize farklı iniyor. Mesela ayet-i kerime üzerinden örnek verip. Yasin Suresi’nde diyor ki; “Güneş belirli bir yere akıp gitmektedir.” Şimdi bu herkese farklı bir şey söylüyor bu ayet. Bir çoban dolaştığı zaman bakıyor. Güneş gökyüzünde tepede gidiyor. Onun için o bir ayettir. Allah'a götürüyor. Onu bakınca tüyleri diken diken oluyor ve bir hakikat, dini bir hakikati anlıyor. Fahrettin Razi yorumladığı zaman; “Güneş, dünya etrafında dolanıyordu” diyor. Bunu o dönemin astronomisiyle okuyor. Bugün modern bir fizikçi baktığı zaman, mesela ben baktığım zaman ne görüyorum? Güneşin orada galaksi merkezi etrafında döndüğünü biliyorum. Evet, güneş dünya etrafında dönmüyor ama galaksi merkezi etrafında dönüyor. Eğer ki oradaki ayeti literal okursam ben biliyorum ki galaksi merkezi etrafında dönüyor. Şimdi diyebilir ki bir kişi; “ayetin anlamı değişti.” Değişmedi. Ayet Allah'a işaret ediyor. Üç kişi de Fahrettin Razi de ben de o çoban da orada Allah'ın kudretini hissediyoruz. Önemli olan bu zaten. Mesaj bu. Mesajı yorumlamamız değişiyor ama gösterilen yer aynı. Parmak aynı yeri, ayet aynı yeri gösteriyor. Önemli olan da bu. O yüzden korkmamamız gerekiyor: “Ayeti bilimle yorumladık, hata yaptık.” Ayetin gösterdiği yer aynıysa? Ayeti ben değiştirmiyorsam? O zaten yorum. Fahrettin Razi bence orada hata yaptı. Dünya merkezde değildi. Yanlış yorumladı. Ama çok önemli mi? Ben Fahrettin Razi'yi kınar mıyım? Hayır. Fahrettin Razi o ayetteki temel mesajı korudu. Allah, güneşi bir yörüngeye yerleştirmiş bir düzen var ortada. Öyle de baksak düzen var, böyle de baksak düzen var. Önemli olan o. Mesaj değişmedi.


Yasin Suresi'ne örnek verdiniz hocam. Diyor ya ayet-i kerimede: “karanlıkla aydınlığı birbirinin peşine düşürdük ve hiç birbirine karıştırmadık.” Uzaya çıkınca, oradan dünyaya bakınca Kur'an'ın ayetini görüyorlar.

Tabii. Bunu mesela o astronot çok daha derinden bu ayeti hissedebilir. Mesela biz uçakta görüyoruz. Gidince uçak da döner. Ekranda uzun süre uçarsanız. Orada dönüşünü görürüz. Astronot da oradan yukarıdan görüyor. O dönemki insanlar nasıl görüyor? Görüyor, gece oluyor, sonra gündüz oluyor ama yukarıdan görünce daha bir sarsıyor sizi. Şimdi burada ayet değişti mi? Hayır, yorumu değişti. O ilk okuyan da Allah'ın kudretini hissediyordu. Biz de hissediyoruz. Yorumu değişti. Onu anlamak gerekiyor orada.

DİN, BİLİM İNSANLARINI MOTİVE EDİYOR

Dindarların bilim insanı olamayacağına dair o tevatür var. Bir de ateist olmak gerekiyormuş kanısı var. Bu niye çıkıyor hocam ortaya? Reddetmeyle alakalı mı?

Tamamen yanlış bir algı. Ben bunu matematik üstünden gösteriyorum. Örnek veriyorum. Çünkü anlaması daha kolay. İyi matematik yapmakla dindar olma arasına bir ilişki var mı? Yani Allah'a inanınca matematik yapamıyor musunuz? Hayır. Matematik yapmak demek belli şeyleri izlemek, belli metotları izlemek demek. O metotları başarılı izlerseniz siz iyi bir matematikçisiniz. Benzer şekilde bilimin metodu var. Bu bilimi kim iyi izlerse o kişi iyi bilim insanıdır. Dindar olması bu metodu izlemesine engel değil. Aynısı felsefe için geçerli. Aynısı psikoloji için geçerli. Bazen çıkıyorlar işte: “Başörtülülerden psikolog olmaz.” Ne alakası var? Metodu izliyor mu? Psikolojinin metodunu başarılı bir şekilde izliyorsa o kişi bilim insanıdır. Dolayısıyla dindar olmak bilim yapmaya engel değil. Din dediğim gibi ayrı bir motivasyon sağlayabilir. Tarih boyunca da sağlamış. Müslüman bilim insanlarına işte Biruni'ye bakarsak, Heysem'e bakarsak, Harezmi'ye bakarsak bilimle uğraşmaların arkasında dini bir motivasyon olduğunu görürüz. Çünkü dindar olmasa bilimle uğraşmayacak. Şimdi ben şahsen kendimin de böyle bir motivasyonu buluyorum. Çok iyi bir bilim insanıyım anlamında değil. Ben artık felsefeciyim zaten ama niye felsefeyle uğraşıyorum? Gideyim bir yerde işletmeyle uğraşsaydım ben mühendislik kazanmıştım ilk. Mühendislik okuyabiliyordum ODTÜ'de. Gidip bir CEO'luğu hedefleseydim vesaire. Niye bunu hedefleniyorum? Dini motivasyonlarla hedefleniyorum. Yani dini motivasyonlar insanların entelektüel işlerle uğraşmasına yönlendiriyor. Niye? Çünkü din” dünyeviliğin üstünde bir şey vardır” diyor. Dünyeviliğin üstünde bir şey olunca siz paranın, şuyun-buyun peşin her zaman gitmiyorsunuz. Daha üst idealleriniz oluyor. Dolayısıyla bilim insanlarını motive ediyor din. Din aslında yararlı olabilir. Bilim insanlarını yönlendirebilir. Ama kesinlikle dindar olmak bilim yapmaya engel değil. Pratikte de bu bir sürü dindar, çok başarılı bilim insanları var. Bu topraklardan hani Orta Doğu'dan çıkan başarılı Nobel ödülü almış bilim insanlarına bakalım. Muhammed Abdüsselam var. Adam çok dindar. Dindarlığı vazgeçince bu topraklardan daha çok bilim insanı çıkacak olsaydı bu toprakların ateistlerinden niye çok başarılı bilim insanları çıkmıştı? Dinden vazgeçtiler. Demek ki mesele din değil. Başka sosyolojik faktörler var.


FİZİK KİTABINDA ATEİZME RASTLAYAMAZSINIZ

Peki hocam ateizmin bilimsel bir tarafı mı var yoksa felsefi bir görüş olarak mı algılamamız lazım?

Ateizmin bilimle hiçbir alakası olmayan felsefi bir pozisyon. Allah'a inanmak nasıl felsefi bir duruşsa, tabi dini de bir duruş ama aynı zamanda felsefe de bir duruştur. Dünyayı, bakış açınızı yetkiler. Ateizm de öyledir yani. Deneysel bir pozisyon değil ki? “Ben deney yaptım ateist oldum” veya bilim içerisinde bilim kitaplarında yani siz bir fizik kitabında ateizm kelimesine rastlayamazsınız. Bir biyoloji kitabında ateizm kelimesine rastlayamazsınız. Bilimsel bir tabir değil ateizm. Ateizm felsefi bir pozisyon. Bilimsel bir tutum değil. Ateistler böyle bir propaganda yapabilirler…


CELAL ŞENGÖR BİLİMCİ

Bunu çok fazla yaptıkları için sordum. Ellerindeki tek argüman bu o zaman?

Bu yanlış bir argüman. Yani ateizmle bilim arasında bir ilişki yok. Ha bir ateizmin türü var: “Bilimcilik.” Onlar, “Bir tek bilim kaynağı bilimdir. Bilimde de Allah'ı ben görmüyorum. O yüzden ateistim diyenler” var. Ama bu da bir ideoloji yani. Celal Şengör bilimci mesela. “Bilimci” derken, bilimden farklı bir şey. Bu bir ideoloji. Ve yanlış bir ideoloji. Kendi kendine çelişen bir ideoloji. Çünkü “bilim dışındaki şeyleri bilgi kaynağı kabul etmiyorum” diyor. Ama bu iddianın kendisi bilim dışı bir iddia. Ateizmin kendisi bilim dışı bir pozisyon.


ATEİZM SORULARINA YETİŞEMEZ HALE GELDİM

Hocam burada Altay Cem Meriç'le de konuşmuştuk, ateizm meselesini… Biraz popülerleşti. Sosyal medyanın çok fazla etkisi var. Sosyal bulaşıcılık tarafı da var. Siz nasıl görüyorsunuz durumu? Hem gözlemleriniz hem çevrenizdeki gençler size gelen sorular ve yayınladığınız videolara gelen cevaplar üzerinden yorumlar mısınız?

Şimdi gençler içerisinde bu konulara büyük bir ilgi var. Bir kere gençlerin başlangıç dinle ilişkileri artık sadece fıkıhtan başlamıyor. Kelam üstünden daha çok başlıyor. Yani, “Allah'a inanacaksam ben akla inanmak istiyorum. Peygamber'e inanacaksam akla inanmak istiyorum” diyorlar. Dolayısıyla illa bu sadece ateizm üstünde değil. Yani kişi dindar ama “Niye ateizm yanlış? Ben niye ateist olmayayım?” sorusunu soruyor. Ve bu sorular gençler içerisinde çok yaygın. Araştırma yapmadım ama nereye gitsem hangi üniversiteye gitsem mutlaka böyle bir 40-50 kişi geliyor ve bu konuları tartışıyoruz. Özellikle üniversitelere konuşmaya gidiyorum. Liselerde bu konulara büyük ilgi var. Günlük olarak bir sürü e-mail geliyor. Hatta yetişemez hale geldim, dönemez hale geldim. Dolayısıyla çok büyük bir ilgi var gençler içerisinde bu sorulara. Bu tabi gençlerin ateist olduğu veya deist olduğu anlamına gelmiyor.


Bu bir sorgulama değil mi?

Bu bir sorgulama. Aslında bu İslam düşüncesinde doğal bir şey. Peygamber Efendimize biliyorsunuz geliyor ashaptan birkaç kişi ve diyorlar: “Hani bazen aklımıza öyle sorular geliyor ki hani dillendirmeye korkuyoruz.” Peygamber Efendimiz onlara ne diyor? İşte “iman budur” diyor. İman budur. Bu soruları soracaksınız aşacaksınız ki ondan sonra gerçek bir Müslüman olabilesiniz. Dolayısıyla bizim kelam geleneğinde bunlar zaten tartışılır. Burada korkacak bir şey yok.


BİR SÜRE KENDİMİ MÜSLÜMAN OLARAK TANIMLAMADIM

Ateizm sorgulaması bir iman arayışı mıdır aynı zamanda?

Aynı zamanda iman arayışı olabilir. Olmak zorunda değil. Bütün bu sorgulamaya girenler iman arayışı için giriyor demek değil. Ama bu sorgulamaya girmek kişinin imanını taklidi imandan tahkiki imana getirir. Bir kişi nasıl tahkiki imana geçebilir taklit etmenin ötesinde? Şimdi şöyle açalım. Taklidi iman ne demek? Toplumdan gördüğünüz için onu taklit ederek iman ediyorsunuz. Ve üstüne hiç kafa yormamışsınız. Kafa yormak demek: “Bunun böyle olduğunu nereden biliyorum, gerekçeleri nedir?” sorusunu sormayı gerektiriyor. Dolayısıyla burada kişi bu sorgulama içerisine girdiği zaman evet imanını kaybedebilir de ama buradan çıktığı zaman da tahkiki imana geçerek çıkıyor. İşte Altay'ın da hikayesi benzer. Benim hikayem de benzer. Ben lisede agnostik bir genç oldum. Yani kafam karıştı. Bir süre kendimi Müslüman olarak tanımlamadım. Yani “Allah var mı yok mu?” bilmediğimi hatta zihnimde büyük bir sürü soru vardı dinle ilgili ve bu sorulara cevap bulamayacakmışım gibi geliyordu. Kendimi dindar görmüyordum artık. Bunu dedemden vesaire, üzülürlerdi ailemdekilere söylemedim ama zihnimde artık din benim bir süreliğine bitmişti. Ama tabii “bitmişti” derken dine karşı böyle bir düşmanlığım da yoktu ama “bu din sanki uydurma” gibi zihnimde bir şey vardı. Ondan sonra bir araştırma sürecine girdim. Allah'ın varlığıyla ilgili deliller var mı yok mu? Bilimi nereden koyacak?


EVRENİN HASSAS AYARI BENİ SARSTI

Ne etkiledi sizi arayış sürecinde?

Birkaç şey etkiledi. Önce Allah'ın var olduğuna ikna oldum. Burada tabii liseli olduğum için çok iyi bilim bilmiyordum o süreçte. İşte kozmolojiyi öğrendiğim zaman kozmolojide hassas ayar ve evrenin bir başlangıcı olduğunu gördüm. Bu beni çok sarsmıştı. Ama ikincisi evrene hükmeden yasalarda yapacağınız en ufak bir değişikliğin yaşamı imkansız kıldığını gördüm.


Yörüngenin bir milim kayması bütün mevsimleri yok eder gibi mi?

O klasik bir anlatı ama aslında o çok doğru değil. Oradaki problem şu. Biz çok seviyoruz onu ama dünya eliptik yörüngede hareket ettiği için bazen yaklaşıyor güneşe bazen uzaklaşıyor. Bu bir aralık. Dolayısıyla çok öyle bir santimlik bir oynama değil. Ama çok daha derin aslında bir santimlikten bile daha hassas ayarlar var. Bunlar yasalarda. Ne demek istiyorum? Mesela yer çekimi sabiti. Biz yere düşüyoruz. Bu çok daha şiddetli de düşebilirdik. Çok yavaş da düşebilirdik. Yer çekimi kuvveti bunu belirliyor. Bunu 10 üzeri 40'ta bir değiştirseniz ki bu şöyle bir değişiklik sizin dediğiniz o bir santimden daha hassas bir değişiklik. Benim saç delimi aldınız. Evrende bir yere koydunuz. Rastgele onu vurmaya eşdeğer. Bu kadar hassas bir değişiklik yaptığınız zaman yer çekimi sabitinde evren açıldığı zaman ya dağılıyor yıldızlar ve gezegenler dolayısıyla yaşam oluşmuyor ya da daha zayıfsa daha güçlüyse kendi içine çöküyor ve yine yıldızlar ve galaksiler oluşmuyor. Evrenin temellerinde böyle bir hassaslık var. Şimdi bunu tabii ben gördüğüm zaman bu beni baya sarsmıştı.


EFENDİMİZ’İN HAYATINDAN ÇOK ETKİLENDİM

Lisedeydiniz…

Lisedeydim, bunlarla karşılaştım. Zaten hatta ondan sonra bu benim hayatımın çizgisini değiştirdi. Fizik okumaya felsefe okumaya orada karar verdim: “Madem bu sorular beni yoruyor. Ben bunlara cevaplar bulmaya başladım. Bu cevapların üstüne daha çok gitmeliyim. Dolayısıyla bu alanda bir kariyer kurmalıyım” dedim ve işte fizik ve felsefe okumaya karar verdim. Hatta daha sonra da bu alanda bu hassas ayarla ilgili yayınlar da yaptım. Hatta şimdi yeni kitap da yazdım kısmen bu konuya değinen. Dolayısıyla oradaki gördüklerim tabii çalışmalarımı da etkiledi. Peygamber Efendimiz'in özelinde de Peygamber Efendimiz'in hayatı beni çok etkiledi. Yani onun hayatını öğrendikçe, nasıl koşullarda Kur'an-ı Kerim'in ortaya çıktığını gördükçe beni çok derinden etkiledi. Bir insanın böyle bir yerde -özellikle felsefe çalışınca- Mekke gibi medeniyet merkezlerinden uzak, medeniyet merkezlerinden uzaklıktan kastım da şu, ana düşünce merkezleri işte İstanbul'dur, ondan sonra ne bileyim Roma'dır, Pers'tir, Atina'dır vesaire oralardan uzak bir yerde böyle bir kitabın ortaya çıkması, bu kitabın bıraktığı etki, Peygamber Efendimiz'in başarılı olması, sıfırdan inşa. Tabii çok uzun konuşmak lazım ama bütün bu resme baktığım zaman ben çok etkilenmiştim ve zaman içerisinde daha da bunun aslında tesadüfen olamayacağı ve dolayısıyla bir planı Hz. Muhammed'in hayatının bir plan sonucunda olduğu kanaatine vardım.


İyi ki de varmışsınız Hocam. Şimdi size sorular geliyor ya çok fazla, ne diyorsunuz gençlere? Ne öneriyorsunuz? Belki anne babalar çok fazla yazıyordur…

Şimdi tabii anne babalara önerim her zaman gençlerin bir kere üstüne gitmemeleri… Bir kere gençler farklı bir dünyaya giriyorlar. Farklı dünya ne? Bütün dünyaya bağlılar şu anda internetle. Amerika'daki olayları da görüyorlar. Kore'deki olayları da görüyorlar. Oradaki akımlardan da etkileniyorlar. Dolayısıyla gençlerin dünyası onlardan farklı. Benden de farklı yani. Çok daha geniş bir alana yayılıyorlar. Bunun farkında olsunlar. Bunu yasakla delemeyiz. İşte bazen internete girmesinler… Girecek, bunları engelleyemeyiz. Dolayısıyla gençlerle bir kere sıkı iletişimde olacağız, konuşacağız. Onların bir soruları varsa bunu bizden gizlemelerini değil açmalarını isteyeceğiz. Tabii bu konuda uzmanlardan yardım alacağız soru olduğu zaman. Tabi bu uzmanlar biz oluyoruz biraz. Bizim videoları izleyebilirler. Altay Cem Meriç’in güzel videoları var. Onları izleyebilirler.


Başka önerdiğiniz isim var mı?

Fikret Çetin'in videolarını önerebilirim. Orada konuyla ilgili Google'da arama yapsınlar. Ama akademik şeylere de dikkat etsinler. Yani akademik kaynaklardan da beslenmeye önem versinler. Akademik kaynaklardan kastım şu üniversitelerin bastığı anlamında değil. Sadece YouTube videoları izlemesinler. Kitap da okusunlar. Ondan sonra gençlerle sohbet etsinler. Üniversitelerde bu konularla ilgilenen, tartışan kulüpler var. Bu kulüplere yönlendirsinler. Sosyal ortam inşa etsinler. Bu konuda geriyiz. “Bu konuda geriyiz” dediğim bizim burada, ortamları ve YouTube videolarını arttırmamız gerekiyor. Mesela ben amatör yapıyorum bunu. Daha profesyonel yapacak insanlar lazım. Gençlerin sorularını toplayacak, makul cevap verecek. Bu konuda dediğimiz gibi sosyal ortamları oluşturmamız gerekiyor. Biz sosyal ortamları entelektüel manada boşlamaya başladık. Aslında bizim medeniyet ve bizim Türkiye'deki Müslümanların entelektüel ortamları çoktu ama boşlamaya başladık. Bu entelektüel ortamları arttırmamız gerekiyor. Gençlere de önerim: Sorulardan korkmasınlar. Şu oluşuyor bir yerden sonra. Bir soru soruyorsun, cevap buluyorsun. Bir soru soruyorsun, cevap buluyorsun. Ondan sonra artık sorular senin için imani bir problemden ziyade bir entelektüel meraka dönüşüyor. İmanınız o sorularda zarar görmüyor. Yanıt buluyor. Artık güveniniz var. Benim de bir sürü zihnimde hala soru var. Felsefeci olmak bunu gerektirir ama bu sorular benim için bir büyüme imkanı. Dine bir tehdit değil. Dolayısıyla bu hale gelecek kadar ilgilensinler bu konularla. Tabii herkes bu konuyla ilgilenmek zorunda değil ama ilgilenenlerin bu güveni elde edene kadar bu sorularla ilgilenmeleri g




#Enis Doko
#Ersin Çelik
#Toplum