Ramazan Mektupları V: Kalbe Dönüş Azığı

14:5615/03/2025, Cumartesi
Yeni Şafak
Ramazan Sohbetleri-V suyu, suyun membaını düşleyerek kadim gelenekten günümüze gelerek sahura karşı su gibi akmaya devam ediyor.
Ramazan Sohbetleri-V suyu, suyun membaını düşleyerek kadim gelenekten günümüze gelerek sahura karşı su gibi akmaya devam ediyor.

Tanpınar Beş Şehir’de İstanbul’u anlatmaya suyla başlıyor. Arabistan’da bir kadın humma nöbetleri geçirirken İstanbul’un sularını sayıklıyor. Kadının dilinden Çırçır, Karakulak, Sifa, Hünkar, Taşdelen, Sırmakeş kelimeleri döküldükçe Hacer annemizin çölde bir mucizeyi arşınlaması geliyor aklımıza. Her rakım tadı değişen, dokunuşu başka hisler açan, bakıştaki manayı derinleştiren suyun varlığını Dürdane İsrâ Çınar ve Tuba Kaplan bu kez Ramazan sofralarıyla hatırlıyor. Ramazan Sohbetleri-V suyu, suyun membaını düşleyerek kadim gelenekten günümüze gelerek sahura karşı su gibi akmaya devam ediyor.

Tuba Kaplan:
Manolyaları karşılamak için bu hafta Resim Müzesine gittim arkadaşımla. Baharı karşılayacağım bu sene çare yok. Madem ruhumda yenilik, iklimlerden Ramazan, somut olarak hakikate şahitlik etmek istiyorum. Temaşa edeceğim mutlaka. Bahçede suyun akışını izlerken yanımdaki Fihi Ma Fih'i açtım. Tam su bahsi gelmesin mi? Ölümsüzlük suyu, abı hayat, bengisu… Bengisunun karanlıklar içinde bulunduğu bahsi. Karanlıktan yüz çevirirsen ab-ı hayat sana nasıl erişsin diyordu Mevlâna. Su ve varoluşumuz üzerine düşündüm uzun anâsır-ı erbaa’ nın bir unsuru olarak kutsallığı suyun, ilk madde oluşu, bereketi ve doğumu temsil edişi...Bugün vapur iskeleye yanaşırken. Mihrimah Sultan'ın vapuru karşılaması. Suyun bir dişil eteğinde tutulması camide. Suyun hep bir oluşa, var oluşa gebe olması, doğumu haber etmesi, sofraların olmazsa olmazı, orucun serinletici yolu olması, birçok şey aralandı bende bu hafta…
Dürdane İsrâ Çınar:
Sen manolyalarla başlayınca, elim hemen uzandı kitaplığa. Lorca'nın Karanlık Manolya'sına. Kasidelerini çok severim Lorca'nın. İlki, “Suda Yaralanan Çocuğa Kaside”... Önce kuyulara, derinliklere, bilinmeze inmek, sonra Gırnata'nın, aklın, kavrayışın duvarlarına yükselmek isteyen biri konuşuyor sanki bu şiirde. Bir çocuk ölümüne, belki bir ukdeye, kaçan bir hevese, yarım bir yaşayışa yazılmış bir kaside. Acı bilinmezin övgüsü. “Kaçış Gazeli”nde ne güzel şerh etmiş kendi kendini aslında, "suyu bilmezliğimle arayıp duruyorum" diyerek. Su... Her şeyin bilinmezi. Bilmecesi ya da bilinen tek ecesi yaşamın. Ramazan’da en çok onun eksikliğiyle sınanırız sahiden. Her şeye dayanılır da ah şu susuzluk, deriz. Kerbela'yı anımsarız ya da çölün ortasında yavrusuyla biçare çırpınan Hacer annemizi...
Tuba Kaplan:
İlginç, bengisuyu karanlıklar içinde bulma bahsi manolya ve şiir dedik. Nilgün Marmara'nın var tam böyle bir “Manolya” şiiri var: "O zaman da aynı karanlık, aynı yarasaydı, /Manolya delirmezden önce." Karanlığa geceye ulaşmazsan, ışık kırılmazsa, sabretmezsen nasıl açarsın orucunu. Suya nasıl dokunursun. İkircikli bir kuyuda seçimlerle örülü hayat. Bu Su, kitabını ilk gençlikte çok sevmiştim. Wallace, Bu Su’da insanın kendi zihni ve algısının tuzaklarını meseller eşliğinde konu ediniyordu. Bulunduğu suyu fark etmeyen balık anekdotundan yola çıkarak gözümüzün önündeki en bariz gerçeklerin çoğu zaman anlaşılmasının en zor şeyler olduğunu söyleyen Wallace, kişinin hayatında yapması gereken en önemli şeyin neye inanacağını seçmek olduğunu belirtiyordu. Suyu aramak, suyun bunca varlığı içerisinde bulmayı seçmek ve sudan çıkmış balığa dönmek... Wallace ve Marmara ikisi de intihar ediyor ne enteresan, hakikate bu kadar yakınken... Boğulmak an meselesi, bir damla suyun orucu bozması gibi…

Dürdane İsrâ Çınar:
Suyu aramak... Çölde, iki tepe arasında, yalınayak koşarak. Ve yanında sudan çıkmış bir balık, bir çocukla. Bu yakıcı arayışın bir kadına bahşedilmesi başka, yine suların en hafifinin, en lezizinin aynı kadına nasip olması bambaşka hikmet. Soylu ve güzel Sârâ annemizin çocuğu olmaz malum. Hacer’se bir köle... "Gürbüz ve iptidai bir Afrika kızı.” "İbrahim sülalesi kocamış bir ağaç kütüğüne benziyor suyu seli kıtlaşmış, artık kendi kendinden üreyecek gücü kalmamış", diye anlatıyor Safiye Erol, İsmail (As)'ın dünyaya geliş hikâyesini. Sonra işte Hacer'i seçer bizzat Sârâ annemiz. İsmail ondan doğar. Kocamış bir soylu ağaçtan tazecik bir fidan biter. Yaşam ve tazelik suya merbut, suyu arar, suyla arınır insan. Ve suyun gelmesiyle başlar doğum... Sârâ bir su membaı değildi henüz, hiç doğurmamıştı. Hâliyle ne fidanı görmek istedi ne de onun mümbit toprağını. Sürdür çöle iki yaşında körpeciğiyle o biçare kadını. Hacer'in çöldeki yalnızlığı... Manevi susuzluklarımda ben de kendimi hep bir Hacer gibi duyarım…
Tuba Kaplan:
Ah evet, Hacer; kaçma, kaçış demek, adı insanın kaderine dolanır mı böyle? Ormancılar ağaçları keserler ve hemen toplamazlar. Ormanda gezinirken bunu hep merak ettim ve öğrendim ki sebebi kütüğün içindeki suyun iyice kuruması, kütük ateşe dönüşecek çünkü harlanması için bekliyor. “Su Kasidesi”nde: "Gam güni itme dil-i bīmārdan tīgun dirīğ / Hayrdur virmek karanu gicede bīmāre su" yani “Gam günü hasta gönülden kılıcını esirgeme, çünkü karanlık gecede hastaya su vermek hayırdır” diyor Fuzuli. Sevgilinin bakışıyla karanlıktan çıkmak, şifa bulmak ya da kıyamet günü peygamberi aramak, kurtulmayı ümit etmek... Hepsi suyu buluş... Kurtuluş ümidi Hacer annemizin ayakları sıra arayışı... Çölde karanlıkta o gecede hasta bir kalbe, kaygıya, endişeye su şifa. Biz hep bu yaratıcı, şifahi yanından baktık kadim gelenekte suya. Batıdan farklı. Bu arada şiir dedik, İngilizcede “şiir” anlamına gelen "poem" kelimesi eski İbraniceden geliyor: “çakılların üzerinden akan suyun sesi” demek...Şiirin su sesi olması ilginç. Çağlaması, durulması…Bu arada Lale Müldür şiirlerinde sulara renk veriyor. "firuze rengi suların önünde diz çökmüş”, “şarkı söylüyor olabiliriz gri sulara.” Acaba Hacer annemizin suyuna renk versek hangi renk derdik?
Dürdane İsrâ Çınar:
Abidin Dino'nun gökyüzünde özellikle bazı hususi vakitler için seçtiği kimi renkler var; "narenci, badencanî ve benefşe". Hepsi belirsiz bir pembeden solgun bir mora dolanan renkler. Bu rengin yanına ben bir de mürdümü eklerim. Mürdüm eriğinin buğusunu. O buğunun rengini. Sanki arzın mercanı andıran damarlarından, İsmail'in pembe topuklarının hemen altından, çöl kumlarının altın sarısı üzerine sızan suyun rengi bu olurdu. Susuzluğun rengi de olsa olsa bu olurdu... Sahurda, son yudum su içildikten sonra fecr vakti, yani tan yerinin ağardığı o sedefî vaktin rengi de aynı değil mi?
Tuba Kaplan:
Olabilir gerçekten. Su üzerine çalışmalar yapan Bachelard suyun ateş ve toprak arasında bir ara unsur olduğunu belirtiyor. Nemli bir ormanda su birikintisinin renginde bir melankoli buluyor suda. Ormanda suyu düşlemek kolay tabii. Çölde bir su yaratmak ve düşlemek olmazı oldurmak gibi. Suya güven duymak sonrasında mesela. Musa’yı anne karnından alıp, sepetler içerisinde suya bırakmak... Suya dalmak ya da Firavun ordusunun dağılması, yarılması suyun. Kuyu sonra… Depresyon Fransızca bir kelime ve depressio "çukur" dan alıntıymış. Depress "bastırmak, çökertmek" fiilinden türüyor. Kuyudan çıkarılıyor Yusuf (As). Bırakılmıyor. Hacer durmuyor, koşuyor. Eyüp (As) geldi aklıma. Sad suresinde kendisine "bıkkınlık" gelmesinden bahsediyor, Allah “kalk” diyor. "ayağını yere vur", "yıkanabileceğin su" sana ve "yeni nesil" yani aile, çocuk. Depresyondan çıkma tanımı bu düpedüz... Hareket et, suyu bul ve sana bir aile...Hepsi inancın başka rengi, Hacer’inki mürdüm eriğinin buğusu olsa. Musa’ya ne kalıyor, su yeşili olabilir mi? Güven yurdu su… Denizin yarılmasıyla karanlık bir mucize, gri belki... Orucu başlatan, orucu bitiren su şifahi nur rengi. Bu su, seçimlerin ve inanmanın rengi... Sahur, uykudan kalkıp suyu bulmak...
Dürdane İsrâ Çınar:
Dört unsurun bir araya ancak su vesilesiyle gelebileceğinden bahsediyordu Bacherlard. Onu hatırladım. Maddeleri cam bir fanusta düşlersek, toprağı temsil eden kara sıvı dibe çöker, gri olanı hemen üstüne yerleşir ve suyu gösterir. Sonra su durulaşır ve mavileşir ki bu havadır. Son olarak en üste en hafif olanı, ateş gibi kırmızı olanı çıkar. Bıkkınlık, melankoli sanki o dibe çöken toprak. O koyulaştıkça su da bulanıyor. Bir hüzün, bir melal veriyor insana. Ben buna Hâşimâne tabiat diyorum. Gencölen annesini daima Dicle kenarında solgun yürürken düşleyen şairde gizliden gizliye yaşayan Ophelia miti, Göl Saatleri, hayatın o bütün eşkalini hayal havuzunun sularında seyredişi ya da Kadıköyü'nü sırf akşam olunca hava gazının solgun mavisiyle aydınlanan sokaklarından ötürü sevişi. Hepsinde o var. "Gerçi ömrün senin şafaklarda/yeni açmış çiçekle kardeşti" diye başlayan şiirinde kendi tabiatının tezatını ve aslında emelini, arzusunu tarif ediyor gibi gelir bana. Onun ömrüyse sevdavî bir ateş... Bu iki tabiatın elleri yalnız dalgalarla birleşiyor şiirinde. Yalnızca suyla... Melal ve tazelik arasında, karanlık ve aydınlık arasında hepimizin gidip geldiği o serencam. Ruhun renklerinden bir mahya asılıyor her Ramazan göğün üzerine. Bir kavsı kuzah, yalnızca gerçekten susamışların görebileceği…
Tuba Kaplan:
Haşim…Kendi kayıplarına hayran, yasla güzelliği ayırmayan şair... Annenin kaybı muhayyel sevgilileri doğuran ve yası bir ömür yaşayıp bulanıklaşan şair. Oysa berrak bir dua, berrak bir su gibi diriliğe çağırıyor inanmak insanı. Koyu renklerden, mitlerden, yosun tutan akvaryum zihnimden, inanıp, akan arı duru sulara böyle kaçıyorum. Lekesiz su dediği Mevlâna’nın; berrak ve temiz dünyanın hiçbir pisliğinin kendisini bozmadığı su. İçeni ölümsüzleştiren; bengisu…Durgun suda, bulanık suda abdest olmaz, mümin berrak suyu bilir ve arar. Kalkalım, sahur vakti yaklaşıyor. Suyu kapatıyorum. Ne demiş Haşim: "Su değil, mevsimin havası akan/ Duyduğun yaprağın, dalın sesidir" son yudumu al, mevsimi duymaya başla: Su gibi aziz olasın...


#Ramazan Mektupları
#Tuba Kaplan
#Dürdane İsrâ Çınar